30 Temmuz 2012 Pazartesi

Viyana Büyük Yanılgı


Viyana’ya Doğru – Büyük Yanılgı

İçine seyahat aşkı girmiş her insan gibi (Santorini’den yeni gelmiştik ki) internetten ucuz bilet aramaya koyulmuştum.  Nitekim emeğim sonuç vermiş pegasus kampanyalı biletlerini atmıştı. Ne zamandır kafamda Viyana ismi dolanmaktaydı, hiç düşünmeden Paris, Roma gibi merkezleri atlayıp Viyana’ya baktım fiyatı görünce eşimi arayıp doğru zamanı belirleyip 350 tlye gidiş dönüş 2 kişilik bileti aldık. Gidiş tarihimiz 11 Kasım 2011’di. Özellikle 11 Kasım sonrası için istemiştim çünkü bir yazıda Viyana 12 Kasım itibari ile Noel kutlamalarına başlıyor ve rengarenk oluyor diye okumuştum. Aralık soğuğuna kalmamak için 11 Kasım’ın uygun olduğuna karar verdik.  Biletleri almıştık ve Viyana’ya gitmemize tam tamına 5 ay vardı. Eşim erken rezervasyon için biletin ertesinde uygun otel bulup (Artist Otel Reinweg’de) hemen yer ayırttı, yine 4 yıldızlı güzel bir oteli 5 geceliğine yaklaşık 500 tl ye getirmiştik. Hatta işin güzel tarafı geçen seferki gibi erken rezervasyon yaptığımızdan gerek bilet gerek otel ödemesini taksitlere bölerek gitmeden ödemeye başlayacaktık, bu durum gitme vaktimiz geldiğinde biletin de otel parasının da çoktan ödenip bitmiş olmasını sağlayacaktı. Yani sadece boğazımıza ve keyfimize para ödeyecektik.
Viyana ile ilgili belirtmek istediğim asıl önemli nokta şu;
Viyana kesinlikle gerek tur şirketleri, gerek seyahat programları tarafından hakkınca tanıtılamayan bir şehir. Nerden mi biliyorum, çünkü gitmemize 1-2 ay kala izlediğim seyahat programları, turla gidilerek yapılmış seyahat yazıları kesinlikle iç açıcı değildi. O kadar ki Viyana’ya bilet aldığıma pişman oldum ve 1 günümüzü Budapeşte’ye (Macaristan’a) giderek harcamaya diğer 1 günümüzü de Bratislava(Slovenya)da harcamaya karar vermiştim. Yoksa 6 gün Viyana’da nasıl geçerdi, seyahat programlarına bakılırsa şehirde pek bir şey yoktu. 2 gün yeterdi de artardı bile. Eşimin zorlamasıyla Bratislava’dan vazgeçmiştim ama sürekli söyleniyordum 5 gün boyunca Viyana’da ne yapacaktım?  Ama gittiğim vakit görecektim ki seyahat programları da, turla gidip yazan arkadaşlar da halt etmişler. İşte burada her zaman söylediğim nokta ortaya çıkıyor, turist olmakla gezgin olmak çok ama çok farklı, bir şehir ancak ayakla gezilerek keşfedilir, sokaklarında kaybolunarak, hiç de ünlü olmayan ama yerli halkının yemek yediği restaurant, cafe ya da tavernalarında yemek yenilerek keşfedilir. Meydanda 3-5 şeye bakıp (tur otobüsleri önlerinden hızlıca geçip gidiyormuş bloggerlar öyle yazmış), turistik mekanlarında yemek yiyip kahve içerek o şehri özümseyemezsin. Sadece bakar ve geçersin. Halbuki toplu taşıma araçlarına binip kendi insanının içine karışmadan bir şehri anlayamazsın, bu nokta çok önemli çünkü halka ne kadar karışırsan oranın insanını o kadar tanırsın nitekim Alman halkı için söylenilen şeylerin ne denli yanlış olduğunu otobüslerinde, turistik olmayan  cafelerinde yaptığım gözlemler sonucu edindim.  Ve belki de bu yüzden pek çok insanın aksine Viyana’ya aşık oldum.  6 gün nasıl geçer dediğim şehir gittikten sonra vazgeçilmezler listemin tepesine çıktı ( tepede başka bir isim yok şimdilik), medeniyetse medeniyet, şehircilikse şehircilik var. Zaten dünyanın en yaşanılası şehri seçilmesi de bundan olsa gerek. Eşim önceleri “asıl Avrupa’yı Alman ırkının olduğu yerlerde görürsün” dediğinde (İsviçre, Avusturya, Almanya) kesinlikle şüphe ile yaklaşmıştım ama daha sonra yaptığım geziler gösterdi ki Almanlar cidden çok farklı, şehirlerini tarihi dokuya dokunmadan insan için dizayn etmişler, hizmetlerini insan için var etmişler. Buram buram ihtişam akan şehirlerinde yollar, kaldırımlar, sanat, tramvaylar her şey ama her şey kesinlikle insanın rahatı için insana göre dizayn edilmiş. Nitekim Viyana gezi yazımda da beni hayrete düşüren pek çok noktaya değineceğim.  

Santorini Adası 4 - Oia


4. günün sabahı büyük bir heves ve enerji ile sırt çantamızı doldururken oldukça uzun ve maceralı bir güne uyandığımızdan haberimiz yoktu, bu gün bir gece önce resepsiyonda parasını ödeyip rezervasyonunu  yaptırdığımız, Caldera, Thirissa ve Oia’yı kapsayan bir tur yapacaktık. Kişi başı 25 euro ödediğimiz turun Caldera ayağı kafamda soru işaretlerine sebep olmuştu. Bu yüzden resepsiyondaki  40lı yaşlarındaki Yunanlı beye gidip önce gülen koca bir yüzle “kalimera” deyip sonra da soruyorum “ayağımıza kalın tabanlı ayakkabı mı giyelim, bir yazıda okudum tabanlar eriyormuş”  adam gülüyor yok daha neler der gibi, terlikle bile gidebileceğimizi söylüyor ama yok ben tedbirliyim kalın tabanlı sandaletim ayağımda, üstelik sırt çantama da bir yedek koyuyorum eşim de bana uyuyor. Resepsiyondaki bey gülen yüzümden cesaret alıp otobüs gelene kadar bizle sohbet ediyor, bir zamanlar Necla adında bir Türk sevdiği olduğunu anlatıyor, sonra ne mi olmuş anımsamıyorum : )) Tur otobüsü tam zamanında kapımızda belirdi, kocaman oldukça ferah, temiz ve yeni bir otobüstü.  Rehber bizi yerimize yerleştirdiğinde otobüs neredeyse doluydu, sonra otelin diğer şubesine uğrayıp oradan da yolcuları aldık ve bir daha durmadık, istikamet Caldera’ya geçmek için bineceğimiz teknelerin yanıydı.


Yol pek kısa değildi, zaten ada da öyle ufak bir ada değildi. Herkes kendi halinde sohbet ederken teknelere bineceğimiz yere doğru kıvrılan ve aniden deniz manzarasını sunmaya başlayan yol herkeste heyecan yarattı ve ben dahil herkes fotoğraf makinasına sarıldı.  Tekneye binmeden evvel rehberimiz İlyas bizim gruba seslenmeye başladı(sağ taraftaki resimde iki kolu açık olan arkadaş rehberimiz İlyas oluyor bize seslenirken) çünkü farklı gruplar da vardı. Bu arada isminin İlyas olduğu sizi yanıltmasın kendisi buram buram bir Yunanlı.  Teknede kendisinin Türk olup olmadığını soruyorum, "İlyas Türkçe’de oldukça yaygın bir isim" diyorum. Hemen nereli olduğumuzu soruyor "Türk’üz" diyorum,  ciddi anlamda suratı bozuluyor isminin dinlerde oldukça yaygın olduğunu peygamber ismi olduğunu dolayısıyla dünyanın pek çok yerinde yaygın bir kullanıma sahip olduğunu anlatıyor.  Haksız da değil, bize karşı düşmanca ya da önyargı ile başlayan günü, gün boyu  farklı boyutlara taşındı, sanırım önyargılı olmaması gerektiğine karar vererek sürekli bizle ilgilendi, bolca sohbet fırsatımız oldu, nitekim akşam bizi otelimize getirdiğinde otobüsten inip kapıya kadar gelmiş(diğer yolcuların hiçbiri için inmedi), elimizi sıkıp güzel dileklerde bulunmuştu.


Tekne ile süren 15-20 dakikalık bir yolculuk sonunda calderaya vardık, patlayıp etraftaki her şeyi insanlarla birlikte küle çeviren o meşhur yanardağ (diğer taraftan Santorini’yi Santorini yapan da bu yanardağ ve o patlamaydı, çünkü insanlar onun korkusuna tepelere çıkmış o bayırlarda yaşam kurmaya çalışmıştı) söylenildiğine göre yüzyıllardır aktif değildi. İlyas önde grup ve biz arkada ilerliyorduk her yer devasa derin çukur kraterlerle doluydu ya düşersem diye düşünmeye başladım düşseniz muhtemelen biri ip atmadan çıkamazsınız.  İlyas 5 farklı dilde adanın oluşum hikayesini anlatıyordu, bu fasıl o kadar uzamıştı ki güneşin altında dikilmekten hem yorulmuş hem de ne anlattığını anlamamaktan gına gelmişti, oysaki daha yolun başındaydık. İlyas'ın anlattıkları bittikten sonra  yine uzun yürüyüşlere başladık, yürüyüşlerin sonu gelmiyordu. Terlikle gelen Fransız bir turistin parmağına keskin taş girip de parmağından şakır şakır kan akmaya başlamasıyla biraz yavaşladık. Kızın parmağına üzülmüş ama diğer yandan nihayet durduk diye sevinmemiştim de dersem yalan olur. zaten kız da sürekli gülümsüyordu, belki yoğun ilgiden mutlu olmuştu bilemiyorum ama bildiğim bir şey varsa o da onun gülümsemeleri sayesinde vicdan azabımın biraz hafiflediğiydi. Biz kuzey yönüne ilerlerken gezisini bitirmiş tekneye dönen başka gruplar vardı. İçimden onların peşine takılıp geri dönsem diye geçirdim. Bir ara artık öyle yorulmuştum ki dinlenmek için konulan bir sıraya çöküverdim. Su eşliğinde gölgede serinlemeye çalışayım derken eşim de  bana uyunca biz epey bir oturup kalmışız. Yola koyulduğumuzda grubumuz görünmüyordu. Düz yola devam ettik sonra önümüze iki krater boşluğu ve 3 farklı yol çıktı. ne yapacağımızı bilmez şekilde etrafa bakınırken gruptan bazı insanların o çukurların bittiği noktada olduğunu gördüm gideceğimiz yeri gördüğüme sevinmiştim ancak yol seçiminde kararsız kaldık, önümüzdeki ve sağımızdaki yolda kimse yoktu ve yuvarlanmaktan korkuyordum, sol tarafta ise bir çift vardı, makinaları ile üst üste dizilmiş bana mezarı ve ölümü anımsatan taşları çekiyorlardı (yıllar Önce Adıyaman’a yaptığım bir seyahat esnasında görmüştüm bunlardan ıssız yolun ortasında büyük bir alanı yuvarlağa almışlar ortasında da bu taşları üst üste dizmişlerdi, muavine ne bunlar böyle diye sorduğumda mezar taşları tarihi eser sayılır demişti, zaten yolun ıssızlığı, ve terörist korkusu ile mücadele ediyordum mezar taşı lafı üstüne pul biber ekmişti, şimdi bu taşlar ve yalnızlığımız yine aynı korkuyu duymama sebep oldu).  Çiftin yere eğildiğini görünce merakla yere baktım, o zaman taşların arasından fışkıran sıcak dumanı ve ateşi gördüm, kameraya çekmek için kamerayı açtım bir müddet etrafı çeke çeke yürüyor, kamerayı düz istikamette tutuyordum ki birden yanık kokusu almaya başladım, eşime koku alıp almadığını sordum o da panikle kokuyu aldığını ve kokunun yoğun şekilde geldiğini söyledi, bir müddet nereden geldiğini anlayamadık taki ayağımda yoğun bir sıcaklık duyana kadar “baha yanıyoruz” diye bağırmaya başladım, işte o zaman neden bu istikamette kimse olmadığını da anlamış olduk, çünkü tercih etmediğimiz yollar yeni kafileler ya da dönen insanlarla kalabalıklaşırken bizim istikamet boştu, ön tarafımızdaki çiftte çoktandır kayıplardaydı. Ne yapacağımızı bilmez halde sadece koştuk denize atlama gibi şansımızda yoktu çünkü çok yüksekteydik ve bu intihar olurdu, eşim önde ben arkada (farkında değildim kamera hala açık) deli gibi koştuk, sonunda yanmayan bir bölgeye geldik, zemin sertti etrafta duman yoktu hemen ayakkabıları çıkarıp elimdeki şişe ile suladım ayakkabının altı erimekle kalmamış arkadaki kayışları da şaşırtıcı şekilde uzamıştı. Neyseki buna benzer bir duruma hazırlıklıydım o yüzden yedek sandaletimi çıkarıp giydim.Daha sonra o görüntüleri izleyince ikimizin de verdiği tepki aynı oldu “Blair cadısı filmine dönmüşüz, elinde savruk bir kamera ile ne yapacağını bilmeden sağa sola koşturan bir çift” .  Yanık macerasından sonra koca bir oval çizip gerisin geri tekneye dönmeye karar verdik bu kadar macera bugünlük yeterdi.  Ama eşime o gün dedim ki “bu yanardağı kesinlikle sönük değil ya da aktifitenin eşiğinde” eşim yok falan dedi ama biz döndükten 5-6 ay sonra televizyonda şöyle bir haber geçti: “uzmanlar Santorini’deki Calderanın uzun zamandır hareketli olduğunu, geniş bir alanı kaplayacak ciddi bir patlamanın her an gerçekleşebileceğini söylüyor”  haberi duyduğumda haklı olduğumu anlamıştık, televizyon başındayken bile tüylerim diken diken olmuştu.
Caldera'dan sonra tekne ile ufak bir kasaba olan Thirissa’ya geçecektik ama önce yüzme molası verildi, kesinlikle atlamadım çünkü suyun kenarı yanık taş doluydu, nitekim atlayanlardan birkaçı gazdan fenalaştı ve tekneye taşındı.  30 dakikalık yüzme fantezisinden sonra Thirissa’ya geçtik, yerleşim yeri yine tepedeydi. Ama biz kıyıda gezinip bir şeyler yemek  istiyorduk.  Ufak ama şirin bir yerdi, tekneden sadece 3 kişi yukarı tırmandı, kimisi denize girdi, kimisi de bizim gibi yemek yedi. Deniz kenarındaki bir tavernada karışık balık siparişi verdim, ardından lavobaya gittim döndüğümde şiş tavukla karşılaştım. Karışık balık menüsünde ahtopot olduğundan eşim yemeyeceğimi düşünerek siparişimi iptal etmiş halbuki ben bunu zaten biliyordum.












Yemekten sonra elimize bir dondurma aldık deniz kenarında bir taşa oturup dondurmamız eşliğinde ayaklarımızı buz gibi suya soktuk. Bu arada sol tarafımızda yarısı suyun içinde büyük bir taş parçası vardı, bir süre sonra oraya bir adam (adam gün boyu dikkatimi çekmişti zaten)geldi. Dimdik ayakta duruyor gökyüzüne karşı sigara tüttürüyordu, paçaları kıvrık olmasına rağmen (taşa çıkmak için suyun içinden geçmeliydi) ıslanmış, gömleğinin önü olduğu gibi açıktı, eşime dedim ki “her iddiasına girerim Türk”  eşim de münkün olabileceğini söyledi, oturduğumuz yerden makine ile ayaklarımızı çekiyorduk ki adam bize seslendi “çekeyim mi?”  adama gülümseyerek “Türk olduğunuzu tahmin etmiştik” (lafımı da esirgemiyorum) dedim.  Adamın yanında bir arkadaşı daha vardı(teknede) ama yanındaki adam biri zenci biri Fransız iki hatunla sohbet edip duruyor bu zavallı adam da sıkıntıdan sigara içmekten başka bir şey yapamıyordu, gün boyu tek kelime ettiğine rastlamamıştım. Ondan olsa gerek otele dönüp de otobüsten inene kadar memleketteki eğitim meselelerini anlattı durdu. Adamın kılık kıyafetine gelince bu iki kafadar farklı illerden Türkiye’yi temsilen Rodos’a (tüm dünyadan temsilcilerin katıldığı eğitimle ilgili bir) toplantıya gönderilmişler. Sonra diğer adam buraya kadar geldik gel bir Mikanos, Santorini yapalım deyip bu zavallıyı kandırmış o da iyi madem demiş, Santorini’ye kadar bizim ödediğimizden daha fazlasını ödeyip gemi ile gelmişler. Diğer adam niyeti zaten baştan belliymiş ki yanında terlik, şort vs her şey getirmiş ama bu gayet toplantıya uygun gelince paça kıvrık gömlek açık gezmek zorunda kalmış, adamın haline acımadım da değil, gerçi arkadaşı parmak arası terlik aldırmış falan ama adam alışık olmadığından parmakları yara olmuş.  Anlayacağınız biri çapkınlık derdinde hatunlarla gezinirken bu zavallı da gezeceğiz diye tek kelime etmeden yanlarında sessizce gezip durmuş.  Bize toplantı ile ilgili anlattığı şeyler oldukça ilginçti, meğer Türkiye eğitim alanında özellikle Avrupa tarafından ciddi takip edilen bir ülkeymiş, bu sene bazı değerlerimiz yükselmiş vs vs. eh biz de sevindik halimize.

Thirrissa molamız bittikten sonra, Oia’ya gitmek için teknemiz yola çıktı. Yaklaşık 20 dakika sonra (yolculuğa başladığımız noktadan farklı bir yerde) bizi bekleyen otobüsümüze yerleşmemizle Oia macerası başladı. Yol inanılmaz dönemeçli, dar ve rampaydı en az 1 saat tırmandık. Yolculuğumuz karşıdan her otobüs göründüğünde şimdi çarpışacağız nidalarıyla geçti ama boşuna kuruntu yapmıştık çünkü tüm otobüsler tur otobüsüydü ve bu adamlar bu yolu yıllardır kullanıyor üstelik hepsi de birbirini tanıyordu.  Ancak Oia’ya varmak yoldaki sıkıntıya deydi. O zengin köyü görünce dert tasa kalmadı. Oia Santorini’nin en zengin ve pahalı kasabası.  Dünya jet sosyetesinin aktığı yer. Minicik ev şeklindeki otelleri, minik ama gökyüzünde asılı duran havuzları ile oldukça şirin ama bir o kadar da pahalı otellere sahip. Benim otel kategorisine koyamayacağım bir çok yerin geceliği 1000 eurodan başlıyor.  Manzarayı ve ortamı anlatmanın mümkünatı yok,  neyse ki resimler var da kelimelerin kifayetsizliğini telafi ediyor. Fira’dan farklı olarak Oia’da ritüel haline gelmiş bir olay var. İnsanlar güneşin batma saatine yakın ellerine içeceklerini alıp denize yakın kalenin üzerine dizilip oturuyor, güneş battıktan sonra hep beraber alkışlayıp içeceklerini yudumluyor. Bu yaz boyunca her gün turistler tarafından gerçekleştirilen bir ritüel haline gelmiş. Biz de Oia’daki gezimizin sonlarında doğru bir ara onlara uyup kaleye çıkalım dedik, nitekim çıktık da, yer bulup oturmuştuk ki o sırada kalabalıkça bir kız grubu yanındaki piknik sepetinin kapağını açıp çeşit çeşit sandviçler ve içkiler çıkarıp arkadaşlarına dağıtınca yorgunluğun da iyice bastırması ile eşimi yerinden kaldırıp ritüel bizsiz olsun dedim, orası yerine denize havadan bakan güzel bir restaurant seçip sandalyeye kurulduk. zaten yorgunduk bir de taş zemin üstünde sırtımızda destek olmadan oturmak hepten çekilmez olacaktı Güneşin batışını buradan da seyredebilirdik.

Kendimize (neli olduğunu anımsamadığım) birer spagetti söyledik, ağzına kadar dolu koca bir tabak geldi,  spagettilerden sonra  soğuk birer frappe içtik (buradaki frappe kesinlikle Fira’daki kadar leziz değildi, sonraki günler de Fira’ya gidip aynı yerde birkaç kez frappe içtik). Yemek yediğimiz yerde Rodos’tan gelen Türkler vardı tabi yanlarında zenci ve sarışın Fransız hatunla, bizim sohbettiğimiz arkadaş yalvaran gözlerle bize bakıyordu, afiyet olsun demekle yetindik. Kalktık, grupla buluşacağımız meydana gittik, henüz vaktimiz vardı bu yüzden meydandaki kiliseyi gezdik, kilisenin önünde makinanın şarjı bitti, açıkçası artık biz de bitmiştik. vakit gelse de otobüse binsek diye bekliyorduk. Otobüse binerken bizim Türk arkadaşların bizden evvel binip oturduğunu gördük,  Baha ve ben en arka koltuğa gidiyorduk Baha böğrü açık arkadaşın yanından  geçerken “sen arkaya gel” dedi, çocukcağız sevinçle yanımıza geldi oturdu, hiç durmadan memleket meseleleri ve eğitim üzerine konuştular, ağzımı açacak halim yoktu zavallı adam o kadar dolmuş ki (bizden önce indiler) inerken bile hala anlatıyordu. İlyas hararetli şekilde ne konuştuğumuzu merak edip sorunca, biz de kısaca “havadan sudan”  diyerek memleket meselelerini bir sır gibi kendimize saklamayı uygun gördük :)).  Otobüs bizi otelin kapısına getirdiğinde, yukarıda da anlattığım gibi İlyas kapıya kadar gelip, güzel dileklerini iletti. Yorgunluktan yatar yatmaz uyuyakalmışız.







4 günde adanın görülmesi gereken önemli yerlerini görmüştük, sonraki 3 günü de tekrar gitmek istediğimiz yerlere giderek geçirdik yine 1 gün Oia(otelden Oia’ya gidiş dönüş 10 euro) 2 gün Fira’da zaman geçirdik, Oia’dan ciddi şekilde ihtişam akıyor olmasına rağmen ben Fira’yı çok sevdim, belki orta seviyeye hitap ediyor olmasındandı, bilemiyorum ama şu bir gerçek ki Santorini (uzun zamandır )tamamen turizm üzerine kurulmuş bir ada, adada kışın hayat neredeyse hiç yok belki 50 -60 hane kalıyordur (sonuçta bir okulları vardı), yerlileri de yazın geliyor. Ada halkı turizmden müthiş para kazanıyor, etraftaki yüzlerce sanat evi, atölyesi de bunun en bariz göstergesi. Adamlar başlı başına evlerini, dükkanlarını sanat eserine çevirmişler, içinde satılana değil dükkana bakmak bile zevk veriyor. Fira ile Oia arasında yiyecek açısından fiyatsal anlamda büyük farklar yok ama tabiî ki Oia daha pahalı.  Suları hakkında değinmek istediğim bir nokta var, adada tatlı su yok hatta su namına bir şey yok, deniz suyu arıtılıyor içme suyu dışarıdan getirliyor, içme sularının tadı berbat o yüzden soğukken tüketmeye dikkat ediyorduk, soğuk olduğunda fak edilmiyor, bir diğer nokta içmek için otelden 6lı büyük su şişeleri alıyorduk ve 6 büyük şişeye 3 euro ödüyorduk, halbuki Bodrum'da 50 millik küçük suya 5 milyon para ödüyorduk artık varın hesabını siz yapın. Hangisinin daha ucuz olduğunun.

Otelden ayrılmadan son gece (her gece yaptığımız üzere)barda oturmuş kahvemizi yudumlayıp bir yandan da barmen çocukla sohbet ediyorduk. Çocuğa bakıp “bu plaj internetteki resimlerde daha dar görünüyordu halbuki denize doğru epey mesafe varmış” dediğimde çocuk gayet sakin bir şekilde “yok aslında o resimlerde hata yok deniz geçen ay aniden 7 metre içeri çekildi” dedi. Plaj bu yüzden uzamış.  Kafayı kaldırıp gökyüzüne bakarak“Allah’ım sen başımıza bir iş gelmeden gitmemizi nasip eyle Ya Rabbi”  diyerek duaya başladım,  ertesi gün yola çıkacağımızdan odamızın yolunu tuttuk.  Ben oteli ve hizmetini çok beğendim 10 üzerinden neredeyse 10 verebileceğim nadir otellerden, hizmet ve temizlik hep mi böyle biz balayı çiftiyiz diye mi böyle bilmiyorum, bir de restaurantını otel işletmiyor yani yemek ya da kahvaltı işi ile ilgilenen farklı biri sanırım biraz da bu sebeple otelin kalitesi yüksek çünkü her zaman derim, bir otel yemek işiyle de uğraşıyorsa kalitesi hizmeti düşer, personeli hep yorgun, ve hiç bir yere yetişemez olur. Ama otel ne kadar güzel olsa da  siz siz olun deniz kıyısından uzak durun malum zaten caldera da aktif olmuş. Bir gecede 7 metre içeri giren deniz bir gecede bir bakmışınız oteli altına almış. Ama ne olursa olsun imkanınız varsa yok olmadan önce Santorini’yi görün, ama gemi turu ile gidip 5 saatlik takılma sürecini kapsayan bir görme olmasın lütfen gidin ve orada biraz yaşayın, adayı vücudunuza nüfus edin, dünyada oluşumu bakımından eşi benzeri olmayan tek ada olduğunu da unutmayın.
 




           THİRİSSA


              
        

29 Temmuz 2012 Pazar

Santorini Adası 3 - Thira


Adadaki 3. Günümüzde nihayet filmden görüp de aşık olduğum Santorini’yi görmeye yani (Thira diye yazılıyor ama Fira olarak okunuyor, Fira yazmak kolayıma geliyor)Fira’ya gidiyoruz.. Fira'ya gidebilmek için sabahın erken saati kalkıp resepsiyona indik. Resepsiyonda bizim gibi servisin gelmesini bekleyen insanlar vardı. Daha sonra arkadaş olacağımız yaşları 20 ile 50 arasında değişen bu kadın grubu ilgimi çekti, çünkü yaş olarak ve tip olarak birbirlerine yakın olmamalarına rağmen birbirlerini tanıyor gibiydiler(Avustralya’dan gelmiş, kısa bir Avrupa turu yapacak (20 güncük kadar) olan bir okulun öğretmen grubuymuş, bu konuya daha sonra ayrıntılı olarak değinmek istiyorum). Daha önce de belirttiğim gibi kişi başı 4 euro verdikten sonra servis sizi adanın her yerine (Oia hariç orası 10 euro) bırakıyor. Arabada Kamari’ye gitmek isteyenler vardı ancak biz Fira’ya gitmek istiyorduk bunu duyan grup da bizden ötürü Fira’ya gitmeye karar verdi ancak anlamadığım nokta bizim konuşmamızı nasıl anladıklarıydı, çünkü kendi dilimizde konuşuyorduk . Ama tabi bu işimize geldi böylece araba bir de Kamari’ye gidip oradan dönmeyecekti ve ben Fira’yı görmek için yanıp tutuşuyordum.  Minübüs bizim otelin insanlarını aldıktan sonra iç tarafta kalan diğer oteline gidip oradan da 1-2 yolcu aldı, onların da Fira’ya gideceği anlaşılınca Fira’ya doğru yola koyulduk. Öğretmen grubundaki 50li yaşlarındaki kadın Baha’ya bir şey sordu ama şu an ne sorduğunu anımsamıyorum. Türkçe olarak kimse ile konuşma, sohbet etme ve kaynaşma yetisine sahip olmayan eşim her zamanki gibi yabancı birini buldu mu sohbet etmeye doyamıyor. Daha sonra balayı için geldiğimizi, Türk olduğumuzu, kendisinin akademisyen benim tarihçi olduğumu anlattı. Kadın benim İngilizce bilip bilmediğimi sorduğunda ben hevesle atlayıp, “I know, I understoond you, but I don’t speak”  dedim (English deyip cümlenin sonunu getiremeden) baha şiddetle bana bakıp “can’t” diye bağırdı, sonra tekrar “can’t” diye sessiz şekilde bağırdı ve kadına bakıp düzeltti “she can’t speak English” neden kızdığını anlamıyorum ama ben de gülümseyerek “I am sorry, I can’t speak Engilish” diyorum.  Kadın gülümseyip yola bakıyor. Eşim hemen açıklamayı getiriyor,  “don’t diyerek kadına ukalalık yaptın, İngilizce biliyorum seni anlıyorum da ancak İngilizce’yi konuşmaya layık görmüyorum dedin, oysa can’t kullandığın zaman konuşmayı beceremiyorum anlamı çıkıyor” dedi. Demek neymiş bazı şeyler kursta değil hayatın içinde yaşanarak öğrenilirmiş, bu benim yurt dışına ilk çıkışımdı oysaki eşim masterı dolayısıyla İsviçre’de yaşamıştı. Yanımda tecrübeli biri olduğu için sevindim. Özür dilercesine kadınla sohbete çalıştım, işini, seyahatinin kapsadığı alanları vs vs. sonunda Fira’ya vardığımızda güler yüzle ayrılmayı başarmıştık.

Fira yolunda uzun süre deniz kenarındaki yoldan ilerledik, bir müddet sonra yokuş tırmanmaya başladık, yokuşu tırmandıkça yol güzelleşti, gerçi denizi göremez olmuştuk ama gördüğüm her şey ama her şey heyecanlanmama sebep oluyordu, yokuşu tırmandıkça yerleşimin arttığını, adanın nefes alıp verdiğini gördük. Beni en çok o yolda ne etkiledi bilmiyorum, yol boyu beyaz evlerin birbiri ile yarışırcasına dizayn edilmiş mimarileri mi, ara ara denizin yüksekten görünen nefes kesici manzarası mı yoksa dükkan olarak kullanılan ufak bazı yapıların önündeki domates bağları ve boy boy satılan reçel, konserveler mi? Belki de tamamı, ama en çok da adaya dair insanları yaşamları köylüleri görmekten hoşlandım, çünkü benim için bir yer insan varsa yaşanmaya değerdir. Günlerdir etrafım bizim gibi gezgin ya da turistlerle çevriliydi oysaki ben turist değil yerli görmek istiyordum,. kendimizi asla turist kategorisine koymam ben, biz tursit değil gezginiz.  Bu yüzden gideceğim yerin insanları ve arka sokakları benim için turistik olan yerlerinden çok daha muhimdir. Fira yolu boyunca atvler bize eşlik etti, eşime “bunu ben de sürerim” deyince eşim  göründüğü kadar kolay olmadığını hakimiyetinin çok çabuk yitirildiğini söyledi, hele bir de böylesine dolambaçlı yolda oldukça tehlikeli olurmuş, zaten herhangi bir şey kiralama niyetinde değildim çünkü bu da kesinlikle karşı olduğum bir olgudur, keşke adanın toplu taşıması olaydı da ona binebileydik, işleyen sistemi görür, ona dahil olabilirdik benim için bu bile gözlenmesi ve yaşanması büyük bir zevk.

Şöför Fira’ya vardığımızı belirtip bizi bir noktada bıraktı ve akşam almaya geleceği saati söyledi. Bıraktığı noktadan alacaktı. Herkes 2şerli gruplar halinde dağıldı. İlk anda gördüğüm kadarıyla burası adanın kalbinin attığı yerdi, çok katlı olmayan beyaz yapılar, dükkanlar, yine yazlık bölgelere mahsus tek katlı minik hastaneler, yürümeyi bırakın seyretmesi bile zevk veren temiz yol ve kaldırımlar. Her şey güzel görünüyordu ancak nereye gideceğimizi bilmiyorduk, ben 6. Sesime uyarak yokuş tırmanmayı önerdim, sürekli şekilde yukarılara çıkmaya başladık, harika cafe ve restaurantlar görüyorduk, etrafını çiçek bağları sarmış cafeler. Sonra kendimizi daha yoğun bir kalabalığın içinde bulduk doğru yol üstündeydik. Bir anda karşımıza çok lüks ve şık dükkanlar çıkmaya başladı, özellikle kuyumcu dükkanları revaçtaydı. Sokağın birinden giriyor sonra rastgele onla kesişen bir diğerine yöneliyorduk bir müddet sonra kaybolmuşluk hissi basmaya başladı ki buna bayılırım (zaman zaman İstanbul’da ya da başka bir yerde bunu yapardım bildiğim bir yolun hemen 2-3 sokak ötesine bilmediğim bir yerlere dalar denizi hedef yapıp kaybolur böylece muhteşem yerler keşfederdim) . 












Eşim bile dile getirmemişti ama kesinlikle etkilenmişti.  Eşim bile diyorum çünkü o Santorini için muhalefet etmişti. Uzun dar balkonlardan yürüyor başka sokaklara çıkıyorduk balkonların içleri beyaz patiskadan kıyafet tezgahlarıyla doluydu. Cidden zenginlik akıyordu. 



                                              
Yalnız gezindiğimiz hiçbir yerden henüz denizi görememiştik, kayboluşlarımız ve istikrarlı yürüyüşleirmiz bizi adanın arka tarafına kadar götürdü. Minik bir yokuşu daha tırmanıyorduk ki karşımda çok şık bir rastaurant gördüm hevesle eşime “acıkınca burada yiyelim” dedim.  Eşim başı ile onaylamıştı, ben de hevesle restauranı görmeye atılmıştım ki bir anda sağdaki insanların karşıya doğru baktığını ve resim çekildiğini gördüm restauranta bakmadan oraya yöneldim ve işte orada akıllara durgunluk verecek manzarayı gördüm. ( Bunu anlatamaya kelimeler yetmez) Eşimin de benim de nutkum tutuldu, abarttığımı düşünüyor olabilirsiniz ama değil, şu an yazarken bile aynı heyecanı yaşadım, gökyüzünün mavisi, güneşin ve denizin mavisiyle buluştuğunda (ortasındaki yanardağları ile) muhteşem görünüyordu. O an çocuk gibi mutluydum. Santorini hakkında araştırma yaparken sürekli şu yazıyı görmüştüm, oluşumu bakımından dünyada tek, başka hiçbir yere benzemeyen ada. Aslında balayımız için biraz da bu sebepden Santori’ni diye ısrar etmiştim, insan ömründe kaç kez balayına giderdi ki?

Bundan sonrası sürekli yürüyüşlerle geçti, cafelerin manzarası nefes kesiciydi çünkü yürüdüğümüz yerden bakınca kafeler denizin ve gökyüzünün üzerine asılmış gibi duruyordu. Cafelere çokça takılmamaya çalışarak yürümeye devam ettik, ancak yürümek beni korkutuyordu çünkü her yer yokuştu, ve çok yüksekteydik, düşüp de yuvarlanacak mışım gibi geliyordu? Kafama en çok şu soru takılmıştı, insanlar burada nasıl çocuk büyütür, çünkü çok eminim ki benim yeğenim bin kere düşüp yuvarlanırdı. 



Bir ara teleferiğin olduğu noktaya vardık, limana koca seyahat gemileri yanaşmıştı ve oradan insan taşıyordu ama telefiriğin altı görünmüyordu, eşime buna asla binemem dedim, beni onayladı, bırakın binmeyi o noktadan aşağı bakmak bile beni heyecanlandıyordu.  Ancak limana yanaşan gemilerdeki insanlar için ve tabi eğer siz de limana inmek istiyorsanız bir diğer alternatif yaklaşık 588 merdivenden oluşan basamaklardı, üstelik bu basamaklar geniş ve dönemeçli olduğundan 588i çarpın 3le. O kadar çok yani, bu merdivenleri ya yürüyerek inip çıkacaksınız ya da bir diğer alternatif olarak eşekleri kullanacaktınız. Adamlar bus station gibi eşek station yapmışlar, resme bakınca şeker görünüyor ama ben bu durumdan hiç hoşlanmadım, vaktimin bir kısmı yukarı yolcu taşıyan eşeklere acımakla geçtikten sonra (neyseki günde çok sefer yapmıyorlarmış, sırayla bir iki kere yani, ve bir çıkış 5 euro) merdivenlerin biraz aşağısına indik. Daha sonra çıkabileceğimiz bir mesafeye dek indik, birden şöyle bir konuşma duydum “kııııız Faatma demedim mi sana gözden kaybolmayasın, neye laf dinlemezsin be yav” hemen arkamı döndüm 5-6 kişilik büyükçek bir aile, macır olduklarına karar verdim (Bulgar göçmeni bir arkadaşım var konuşması onu andırdı, işin ilginci kız da ona benziyordu). Hemen yaşlıca olanın yanına gittim “merhaba teyzecim, Türkçe konuştuğunuzu görünce dayanamadım geldim” diye başlattığım sohbet epey sürdü, Bulgaristan’da yaşıyorlarmış kadın başladı anlatmaya “ben Türkiye’yi çok seviyoom, çok da istiyoz gitmek na bunun adı da Güllü, sizin şarkıcı Güllü var ya ondan hoşlandım da koydumdu”  hafızamda epey yer edecek uzunca ve hoşca bir sohbetten sonra gezinmeye devam ettik.

Bol bol da resim çekildikten sonra kıyı manzarasını bırakıp iç kısımlara geldiğimiz yöne daldık, meydanda kule ya da kilise gibi bir yapı vardı herkesin yaptığı gibi biz de orada bir müddet dinlendik. Sonra İstanbul’da sıkça rastladığımız sağı solu açık dışarısında sandalye olan büfe tarzı bir yer gördük oldukça kalabalıktı kimsi orada yiyor kimisi alıp gidiyordu. Kalabalık olmasına rağmen sandalyelerde sürekli bir döngü vardı çünkü insanlar gezinmek istediğinden yemeklerini yer yemez kalkıyorlardı. Sonra şık restaurantı boşverip herkesin akın ettiği bu büfede yemeye karar verdim. Yan yana iki bar sandalyesine oturduk, ismi greeps gibi bir şey olan bizdeki dürüm arası döner vari tavuk sipariş ettik, ikimizde çok beğenince birer tane daha sipariş ettik(ama 2.si ciddi anlamda şişirdi bizi tadı güzel olduğundan aç gözlülük etmiştik). Greeps’in tanesi 2.5 euroydu toplamda içeceklerle 11-12 euro ödeyip kalktık. Bir dahaki gelişimizde de burada yemeye ama bu sefer 1’er tane yemeye karar verdik. (adada yemek alternatifi çok bizimkiyle hemen hemen aynı, özellikle balık yaygın, ama zevkinize dair her şey var) 

Yemekten kalktıktan sonra iç taraflarda sağ kesimlere doğru tırmandık, kiliseler ve evler vardı, Avustralyalı öğretmen grubundan 2 genç kızla karşılaştık bir müddet onlarla dolaştık, sonra adada okul var mıdır acaba soruma cevap olmak ister gibi karşımıza bir okul çıkaverdi.  Bir tarafına demir parmaklık takılmıştı, nedenini anlamak zor değildi, çocuklar düşüp de ölmesin diye, çünkü düz bir arazi bulmak gibi imkanları yok. Düz arazi yalnızca otelimizin olduğu yerde ki, orası da Kamari diye geçiyor. Ama tüm yerleşim tepelik alanda, deniz kenarlarında yerleşim yok, çünkü ada bu hilal görünümüne kavuşmadan önce denizin ortasındaki yanardağ ile birlikte bir bütünmüş ancak yanardağ patlayınca etrafındaki her şeyi yakıp küle çevirmiş aralar zamanla denizle dolmuş ve ada da bugün ki görünümüne kavuşmuş, şimdi düşününce Kamari’de kalmak çok tehlikeli görünüyordu ama söylediklerine göre dağ uzun yüzyıllardır aktif değilmiş, ancak bir gün sonra yaşayacağımız macera benim bunun aksini düşünmeme sebep oldu, nitekim biz döndükten 5-6 ay sonra televizyonda çıkan bir haber ne denli haklı olduğumu da gösterdi, ama bunu bir sonraki yazımda yazacağım.

Dönüş noktamıza vararken kızlar bizden ayrılmıştı onlar gece yarısına kadar kalıp taksiyle dönecekti, dönüş noktasında yorgunluktan hastanenin dibindeki taşa oturduk, sabah nerdeyse ukelalık yapmakta olduğum yaşlıca öğretmen yanında bir kadınla geldi. Sohbete daldık, ona konuşmasının çok düzgün olduğunu normalde Avustralyalıların İngilizcesini anlayamadığımı söylediğimde kendisinin İngilizce öğretmeni olduğunu bu yüzden düzgün konuştuğunu söyledi bizdeki Türkçe öğretmenleri gibi yani kadın tamamen bize kursta öğretilen bir gramerle konuşuyordu. Adaya dün sabah gelmişler 2 gün daha kalıp Türkiye’ye geçeceklerini anlattı. Santorini’den önce başka bir yerdelermiş tur şirketleri dinlensinler diye onları Santorini’ye yollamış Türkiye’den sonra da yine bir iki ülke daha gezip Avustralya’ya döneceklermiş.  İnanılmaz şekilde hayran kaldım, 20 küsur saat uçtuklarını anlattı. Benim gibi uçak korkusu olan biri için bu inanılmaz bir şeydi. Ama en çok da şu noktaya takıldım Avustralya’da yaşayan bir öğretmen oldukça uzak mesafeleri kapsayan 20 günlük bir turu maddi açıdan çok rahat karşılayabilirken bizim ülkemizdeki öğretmenin bırakın yurt dışına seyahat etmesini yurt içine bile tatile (5 günlüğüne) gitmekte zorlanması beni üzdü. Bu mevzuyu bir önceki yazımda  aşık attığımı anlattığım Avustralyalı kızlarla da konuşmuştuk onlardan büyük olanı da öğretmendi.  Antalya’daki fiyatların (bira, ev kirası vs) Avustralya ile aynı olduğunu neden bizim daha az seyahat ettiğimizi sorduğunda maaşını sormuştum verdiği cevap bir şey dememe gerek bırakmamıştı. Giderlerimiz yaklaşık olarak aynı ancak onun maaşı bizim öğretmenlerin 6 katıydı.  Yazılarımı her seferinde bir sosyal mesajla bitiriyor gibi oldum ama bu ilk yurt dışı seyahatim bana hep aynı şeyi gösteriyordu biz cidden fakir bir ülkeyiz, otelimde ilk kahvaltımı yapmaya indiğimde kahvaltı salonunu dolduran manzaradan içime dolan hissiyat koca bir hüzündü. Önümde müthiş bir manzara vardı ama içim hüzün doluydu çünkü salon oldukça yaşlı bir ton emekli turistle doluydu, dünyanın bir ucundan emekli maaşları ile geliyor ve sık sık seyahat ediyorlardı. Oysaki benim emeklim bırak seyahati ayın sonunu getiremiyordu işte bu duygu o güzelim adada içime koca bir hüzün doldurup, gözlerimi yaşla kaplayıverdi. Benim insanım da kalkıp gelmeli bu güzellikleri görmeliydi, o an ve daha sonrasında ne zaman yurt dışına seyahate gitsem ülkedeki fakirliğin sebebi benmişim gibi içim hep suçluluk duygusu ile doldu. Ne diyim ben değil buna sebep olan yöneticiler utansın.