Adadaki
3. Günümüzde nihayet filmden görüp de aşık olduğum Santorini’yi görmeye yani (Thira
diye yazılıyor ama Fira olarak okunuyor, Fira yazmak kolayıma geliyor)Fira’ya gidiyoruz.. Fira'ya gidebilmek için sabahın erken saati kalkıp resepsiyona indik. Resepsiyonda
bizim gibi servisin gelmesini bekleyen insanlar vardı. Daha sonra arkadaş
olacağımız yaşları 20 ile 50 arasında değişen bu kadın grubu ilgimi çekti,
çünkü yaş olarak ve tip olarak birbirlerine yakın olmamalarına rağmen
birbirlerini tanıyor gibiydiler(Avustralya’dan gelmiş, kısa bir Avrupa turu
yapacak (20 güncük kadar) olan bir okulun öğretmen grubuymuş, bu konuya daha sonra
ayrıntılı olarak değinmek istiyorum). Daha önce de belirttiğim gibi kişi başı 4
euro verdikten sonra servis sizi adanın her yerine (Oia hariç orası 10 euro) bırakıyor.
Arabada Kamari’ye gitmek isteyenler vardı ancak biz Fira’ya gitmek istiyorduk
bunu duyan grup da bizden ötürü Fira’ya gitmeye karar verdi ancak anlamadığım
nokta bizim konuşmamızı nasıl anladıklarıydı, çünkü kendi dilimizde konuşuyorduk
. Ama tabi bu işimize geldi böylece araba bir de Kamari’ye gidip oradan
dönmeyecekti ve ben Fira’yı görmek için yanıp tutuşuyordum. Minübüs bizim otelin insanlarını aldıktan
sonra iç tarafta kalan diğer oteline gidip oradan da 1-2 yolcu aldı, onların da
Fira’ya gideceği anlaşılınca Fira’ya doğru yola koyulduk. Öğretmen grubundaki
50li yaşlarındaki kadın Baha’ya bir şey sordu ama şu an ne sorduğunu
anımsamıyorum. Türkçe olarak kimse ile konuşma, sohbet etme ve kaynaşma yetisine
sahip olmayan eşim her zamanki gibi yabancı birini buldu mu sohbet etmeye
doyamıyor. Daha sonra balayı için geldiğimizi, Türk olduğumuzu, kendisinin
akademisyen benim tarihçi olduğumu anlattı. Kadın benim İngilizce bilip
bilmediğimi sorduğunda ben hevesle atlayıp, “I know, I understoond you, but I don’t speak” dedim (English deyip cümlenin sonunu
getiremeden) baha şiddetle bana bakıp “can’t”
diye bağırdı, sonra tekrar “can’t”
diye sessiz şekilde bağırdı ve kadına bakıp düzeltti “she can’t speak English” neden kızdığını anlamıyorum ama ben de
gülümseyerek “I am sorry, I can’t speak
Engilish” diyorum. Kadın gülümseyip
yola bakıyor. Eşim hemen açıklamayı getiriyor,
“don’t diyerek kadına ukalalık
yaptın, İngilizce biliyorum seni anlıyorum da ancak İngilizce’yi konuşmaya
layık görmüyorum dedin, oysa can’t kullandığın zaman konuşmayı beceremiyorum
anlamı çıkıyor” dedi. Demek neymiş bazı şeyler kursta değil hayatın içinde
yaşanarak öğrenilirmiş, bu benim yurt dışına ilk çıkışımdı oysaki eşim masterı
dolayısıyla İsviçre’de yaşamıştı. Yanımda tecrübeli biri olduğu için sevindim.
Özür dilercesine kadınla sohbete çalıştım, işini, seyahatinin kapsadığı
alanları vs vs. sonunda Fira’ya vardığımızda güler yüzle ayrılmayı başarmıştık.
Fira
yolunda uzun süre deniz kenarındaki yoldan ilerledik, bir müddet sonra yokuş
tırmanmaya başladık, yokuşu tırmandıkça yol güzelleşti, gerçi denizi göremez
olmuştuk ama gördüğüm her şey ama her şey heyecanlanmama sebep oluyordu, yokuşu
tırmandıkça yerleşimin arttığını, adanın nefes alıp verdiğini gördük. Beni en
çok o yolda ne etkiledi bilmiyorum, yol boyu beyaz evlerin birbiri ile
yarışırcasına dizayn edilmiş mimarileri mi, ara ara denizin yüksekten görünen
nefes kesici manzarası mı yoksa dükkan olarak kullanılan ufak bazı yapıların
önündeki domates bağları ve boy boy satılan reçel, konserveler mi? Belki de
tamamı, ama en çok da adaya dair insanları yaşamları köylüleri görmekten
hoşlandım, çünkü benim için bir yer insan varsa yaşanmaya değerdir. Günlerdir
etrafım bizim gibi gezgin ya da turistlerle çevriliydi oysaki ben turist değil
yerli görmek istiyordum,. kendimizi asla turist kategorisine koymam ben, biz
tursit değil gezginiz. Bu yüzden
gideceğim yerin insanları ve arka sokakları benim için turistik olan
yerlerinden çok daha muhimdir. Fira yolu boyunca atvler bize eşlik etti, eşime “bunu ben de sürerim” deyince eşim göründüğü kadar kolay olmadığını
hakimiyetinin çok çabuk yitirildiğini söyledi, hele bir de böylesine dolambaçlı
yolda oldukça tehlikeli olurmuş, zaten herhangi bir şey kiralama niyetinde
değildim çünkü bu da kesinlikle karşı olduğum bir olgudur, keşke adanın toplu
taşıması olaydı da ona binebileydik, işleyen sistemi görür, ona dahil
olabilirdik benim için bu bile gözlenmesi ve yaşanması büyük bir zevk.
Şöför
Fira’ya vardığımızı belirtip bizi bir noktada bıraktı ve akşam almaya geleceği
saati söyledi. Bıraktığı noktadan alacaktı. Herkes 2şerli gruplar halinde
dağıldı. İlk anda gördüğüm kadarıyla burası adanın kalbinin attığı yerdi, çok
katlı olmayan beyaz yapılar, dükkanlar, yine yazlık bölgelere mahsus tek katlı
minik hastaneler, yürümeyi bırakın seyretmesi bile zevk veren temiz yol ve
kaldırımlar. Her şey güzel görünüyordu ancak nereye gideceğimizi bilmiyorduk,
ben 6. Sesime uyarak yokuş tırmanmayı önerdim, sürekli şekilde yukarılara
çıkmaya başladık, harika cafe ve restaurantlar görüyorduk, etrafını çiçek
bağları sarmış cafeler. Sonra kendimizi daha yoğun bir kalabalığın içinde
bulduk doğru yol üstündeydik. Bir anda karşımıza çok lüks ve şık dükkanlar
çıkmaya başladı, özellikle kuyumcu dükkanları revaçtaydı. Sokağın birinden
giriyor sonra rastgele onla kesişen bir diğerine yöneliyorduk bir müddet sonra
kaybolmuşluk hissi basmaya başladı ki buna bayılırım (zaman zaman İstanbul’da
ya da başka bir yerde bunu yapardım bildiğim bir yolun hemen 2-3 sokak ötesine
bilmediğim bir yerlere dalar denizi hedef yapıp kaybolur böylece muhteşem
yerler keşfederdim) .
Eşim bile dile getirmemişti ama kesinlikle
etkilenmişti. Eşim bile diyorum çünkü o
Santorini için muhalefet etmişti. Uzun dar balkonlardan yürüyor başka sokaklara
çıkıyorduk balkonların içleri beyaz patiskadan kıyafet tezgahlarıyla doluydu.
Cidden zenginlik akıyordu.
Yalnız gezindiğimiz hiçbir yerden henüz denizi
görememiştik, kayboluşlarımız ve istikrarlı yürüyüşleirmiz bizi adanın arka
tarafına kadar götürdü. Minik bir yokuşu daha tırmanıyorduk ki karşımda çok şık
bir rastaurant gördüm hevesle eşime “acıkınca
burada yiyelim” dedim. Eşim başı ile
onaylamıştı, ben de hevesle restauranı görmeye atılmıştım ki bir anda sağdaki
insanların karşıya doğru baktığını ve resim çekildiğini gördüm restauranta
bakmadan oraya yöneldim ve işte orada akıllara durgunluk verecek manzarayı
gördüm. ( Bunu anlatamaya kelimeler yetmez) Eşimin de benim de nutkum tutuldu,
abarttığımı düşünüyor olabilirsiniz ama değil, şu an yazarken bile aynı
heyecanı yaşadım, gökyüzünün mavisi, güneşin ve denizin mavisiyle buluştuğunda
(ortasındaki yanardağları ile) muhteşem görünüyordu. O an çocuk gibi mutluydum.
Santorini hakkında araştırma yaparken sürekli şu yazıyı görmüştüm, oluşumu
bakımından dünyada tek, başka hiçbir yere benzemeyen ada. Aslında balayımız
için biraz da bu sebepden Santori’ni diye ısrar etmiştim, insan ömründe kaç kez
balayına giderdi ki?
Bundan
sonrası sürekli yürüyüşlerle geçti, cafelerin manzarası nefes kesiciydi çünkü
yürüdüğümüz yerden bakınca kafeler denizin ve gökyüzünün üzerine asılmış gibi
duruyordu. Cafelere çokça takılmamaya çalışarak yürümeye devam ettik, ancak
yürümek beni korkutuyordu çünkü her yer yokuştu, ve çok yüksekteydik, düşüp de
yuvarlanacak mışım gibi geliyordu? Kafama en çok şu soru takılmıştı, insanlar
burada nasıl çocuk büyütür, çünkü çok eminim ki benim yeğenim bin kere düşüp
yuvarlanırdı.
Bir ara teleferiğin olduğu
noktaya vardık, limana koca seyahat gemileri yanaşmıştı ve oradan insan
taşıyordu ama telefiriğin altı görünmüyordu, eşime buna asla binemem dedim,
beni onayladı, bırakın binmeyi o noktadan aşağı bakmak bile beni
heyecanlandıyordu. Ancak limana yanaşan
gemilerdeki insanlar için ve tabi eğer siz de limana inmek istiyorsanız bir
diğer alternatif yaklaşık 588 merdivenden oluşan basamaklardı, üstelik bu
basamaklar geniş ve dönemeçli olduğundan 588i çarpın 3le. O kadar çok yani, bu
merdivenleri ya yürüyerek inip çıkacaksınız ya da bir diğer alternatif olarak
eşekleri kullanacaktınız. Adamlar bus station gibi eşek station yapmışlar,
resme bakınca şeker görünüyor ama ben bu durumdan hiç hoşlanmadım, vaktimin bir
kısmı yukarı yolcu taşıyan eşeklere acımakla geçtikten sonra (neyseki günde çok
sefer yapmıyorlarmış, sırayla bir iki kere yani, ve bir çıkış 5 euro)
merdivenlerin biraz aşağısına indik. Daha sonra çıkabileceğimiz bir mesafeye
dek indik, birden şöyle bir konuşma duydum “kııııız
Faatma demedim mi sana gözden kaybolmayasın, neye laf dinlemezsin be yav” hemen
arkamı döndüm 5-6 kişilik büyükçek bir aile, macır olduklarına karar verdim
(Bulgar göçmeni bir arkadaşım var konuşması onu andırdı, işin ilginci kız da
ona benziyordu). Hemen yaşlıca olanın yanına gittim “merhaba teyzecim, Türkçe konuştuğunuzu görünce dayanamadım geldim” diye
başlattığım sohbet epey sürdü, Bulgaristan’da yaşıyorlarmış kadın başladı
anlatmaya “ben Türkiye’yi çok seviyoom,
çok da istiyoz gitmek na bunun adı da Güllü, sizin şarkıcı Güllü var ya ondan
hoşlandım da koydumdu” hafızamda
epey yer edecek uzunca ve hoşca bir sohbetten sonra gezinmeye devam ettik.
Bol
bol da resim çekildikten sonra kıyı manzarasını bırakıp iç kısımlara geldiğimiz
yöne daldık, meydanda kule ya da kilise gibi bir yapı vardı herkesin yaptığı
gibi biz de orada bir müddet dinlendik. Sonra İstanbul’da sıkça rastladığımız
sağı solu açık dışarısında sandalye olan büfe tarzı bir yer gördük oldukça
kalabalıktı kimsi orada yiyor kimisi alıp gidiyordu. Kalabalık olmasına rağmen
sandalyelerde sürekli bir döngü vardı çünkü insanlar gezinmek istediğinden
yemeklerini yer yemez kalkıyorlardı. Sonra şık restaurantı boşverip herkesin
akın ettiği bu büfede yemeye karar verdim. Yan yana iki bar sandalyesine
oturduk, ismi greeps gibi bir şey olan bizdeki dürüm arası döner vari tavuk
sipariş ettik, ikimizde çok beğenince birer tane daha sipariş ettik(ama 2.si
ciddi anlamda şişirdi bizi tadı güzel olduğundan aç gözlülük etmiştik).
Greeps’in tanesi 2.5 euroydu toplamda içeceklerle 11-12 euro ödeyip kalktık.
Bir dahaki gelişimizde de burada yemeye ama bu sefer 1’er tane yemeye karar
verdik. (adada yemek alternatifi çok bizimkiyle hemen hemen aynı, özellikle
balık yaygın, ama zevkinize dair her şey var)
Yemekten kalktıktan sonra iç
taraflarda sağ kesimlere doğru tırmandık, kiliseler ve evler vardı,
Avustralyalı öğretmen grubundan 2 genç kızla karşılaştık bir müddet onlarla
dolaştık, sonra adada okul var mıdır acaba soruma cevap olmak ister gibi
karşımıza bir okul çıkaverdi. Bir
tarafına demir parmaklık takılmıştı, nedenini anlamak zor değildi, çocuklar
düşüp de ölmesin diye, çünkü düz bir arazi bulmak gibi imkanları yok. Düz arazi
yalnızca otelimizin olduğu yerde ki, orası da Kamari diye geçiyor. Ama tüm
yerleşim tepelik alanda, deniz kenarlarında yerleşim yok, çünkü ada bu hilal
görünümüne kavuşmadan önce denizin ortasındaki yanardağ ile birlikte bir
bütünmüş ancak yanardağ patlayınca etrafındaki her şeyi yakıp küle çevirmiş
aralar zamanla denizle dolmuş ve ada da bugün ki görünümüne kavuşmuş, şimdi
düşününce Kamari’de kalmak çok tehlikeli görünüyordu ama söylediklerine göre
dağ uzun yüzyıllardır aktif değilmiş, ancak bir gün sonra yaşayacağımız macera
benim bunun aksini düşünmeme sebep oldu, nitekim biz döndükten 5-6 ay sonra
televizyonda çıkan bir haber ne denli haklı olduğumu da gösterdi, ama bunu bir
sonraki yazımda yazacağım.
Dönüş
noktamıza vararken kızlar bizden ayrılmıştı onlar gece yarısına kadar kalıp
taksiyle dönecekti, dönüş noktasında yorgunluktan hastanenin dibindeki taşa
oturduk, sabah nerdeyse ukelalık yapmakta olduğum yaşlıca öğretmen yanında bir
kadınla geldi. Sohbete daldık, ona konuşmasının çok düzgün olduğunu normalde
Avustralyalıların İngilizcesini anlayamadığımı söylediğimde kendisinin
İngilizce öğretmeni olduğunu bu yüzden düzgün konuştuğunu söyledi bizdeki
Türkçe öğretmenleri gibi yani kadın tamamen bize kursta öğretilen bir gramerle
konuşuyordu. Adaya dün sabah gelmişler 2 gün daha kalıp Türkiye’ye
geçeceklerini anlattı. Santorini’den önce başka bir yerdelermiş tur şirketleri
dinlensinler diye onları Santorini’ye yollamış Türkiye’den sonra da yine bir
iki ülke daha gezip Avustralya’ya döneceklermiş. İnanılmaz şekilde hayran kaldım, 20 küsur
saat uçtuklarını anlattı. Benim gibi uçak korkusu olan biri için bu inanılmaz bir
şeydi. Ama en çok da şu noktaya takıldım Avustralya’da yaşayan bir öğretmen
oldukça uzak mesafeleri kapsayan 20 günlük bir turu maddi açıdan çok rahat
karşılayabilirken bizim ülkemizdeki öğretmenin bırakın yurt dışına seyahat
etmesini yurt içine bile tatile (5 günlüğüne) gitmekte zorlanması beni üzdü. Bu
mevzuyu bir önceki yazımda aşık attığımı
anlattığım Avustralyalı kızlarla da konuşmuştuk onlardan büyük olanı da
öğretmendi. Antalya’daki fiyatların
(bira, ev kirası vs) Avustralya ile aynı olduğunu neden bizim daha az seyahat
ettiğimizi sorduğunda maaşını sormuştum verdiği cevap bir şey dememe gerek
bırakmamıştı. Giderlerimiz yaklaşık olarak aynı ancak onun maaşı bizim
öğretmenlerin 6 katıydı. Yazılarımı her
seferinde bir sosyal mesajla bitiriyor gibi oldum ama bu ilk yurt dışı
seyahatim bana hep aynı şeyi gösteriyordu biz cidden fakir bir ülkeyiz,
otelimde ilk kahvaltımı yapmaya indiğimde kahvaltı salonunu dolduran manzaradan
içime dolan hissiyat koca bir hüzündü. Önümde müthiş bir manzara vardı ama içim
hüzün doluydu çünkü salon oldukça yaşlı bir ton emekli turistle doluydu,
dünyanın bir ucundan emekli maaşları ile geliyor ve sık sık seyahat ediyorlardı.
Oysaki benim emeklim bırak seyahati ayın sonunu getiremiyordu işte bu duygu o
güzelim adada içime koca bir hüzün doldurup, gözlerimi yaşla kaplayıverdi.
Benim insanım da kalkıp gelmeli bu güzellikleri görmeliydi, o an ve daha
sonrasında ne zaman yurt dışına seyahate gitsem ülkedeki fakirliğin sebebi
benmişim gibi içim hep suçluluk duygusu ile doldu. Ne diyim ben değil buna
sebep olan yöneticiler utansın.