Sabah güneşli bir Santoriniye uyanıp denize nazır
kahvaltımızı yaptıktan sonra üzerimizdeki uyuşukluğu atmak için havuzumun serin
sularına atladık. Bu arada tepemizden
neredeyse 20 dakika aralıkla yolcu uçağı geçiyordu otelin arkasında kalan askeri talim
alanından bahsetmiyorum bile savaş uçakları duyduğum en korkunç sesi
çıkarıyordu bir hafta resmen göğün yırtılışını dinledik. bu gün karşımız da iki
soru vardı 1 öğlen yemeğini nerede yiyeceğiz 2 Kamari’ye nasıl gideceğiz? Bir gece önce otelin az ilerisindeki
markete gitmiştik marketteki adam nerede yemek yiyebiliriz sorumuza 2
alternatifli öneri sunmuştu. Birisi otelin sağ tarafında deniz kenarında modern
bir taverna diğeri ise otelin sol tarafında yine deniz kenarında olan daha
otantik bir tavernaydı.
Eşimle otelin
önündeki plaja çıktık yakın olması nedeniyle modern olana doğru yürüyelim dedik
ancak yol bir müddet sonra plajdan içeri sapmamıza neden oldu, ıssızlaştı bu
taraftaki yapılar henüz açılmamıştı. Bundan hoşlanmayıp uzak olan ama en
azından otelin plajından görünen (dağ tarafındakine )diğerine gitmeye karar verdik. Yine plaj üzerinden yürüyorduk kum üzerinden
yürümek biraz sıkıntılıydı bu yüzden 10-15 dakika sürdü, kara yolu alternatifini aradım sonra onu da denedik ama o çok daha uzun sürdü en az yarım saatti. Bu yüzden plaj alternatifinin
iyi olduğuna karar verdik.
Yol boyu sadece 1 kişiye rastladık o da elinde
uzunca bir sopa ile yürüyen yaşlı bir kadın turisti karşı istikametimizden
geliyordu, birbirimize gülümsedik selamlaştık (tanımadığım insanlarla anlık
gülümseyiş ve selamlaşmalar daima modumu yükseltmiştir). Tavernaya vardığımızda
tek katlı taştan masalarının yarısı dışarıda, iç duvarları otantik mekana ilk
bakışta vuruldum. Güneşte kavrulmamak
adına içeride oturmaya karar verdik, içerisi dışarıya oranla epey serindi. Mekanda 3 çalışan gözüme çarptı 1.si Javier
Bardem’e benzeyen (aşçı mekan sahibi de olabilir) ve yalnızca Yunanca konuşan
40 larında bir bey, onun yaşlarında İngilizce de konuşabilen kıvırcık saçlı bir
bayan bir de sürekli şekilde bize Türkçe olarak “merhaba”, “iyi akşamlar”, “hoş
geldin” “güle güle” diyen ve daima gülümseyen 30larındaki garson. Santorini’ye
gelmeden evvel eşimle karar almıştık ve kim sorarsa sorsun Türk olduğumuzu
söylemeyecektik, ama daha adım attığımızda bizi otele götüren taksici ağbinin
nereli olduğumuzu sorması üzerine hiç düşünmeden Türkiye demiştik, ağbi bir şey
demedi ama suratının bariz şekilde değiştiğini görmüştük. Şimdi yine aynı şey soruluyordu biz nereliydik öncelikle güzel olduğuna karar verdiğimiz tamamı sebze ve peynir gibi şeylerden oluşan bir salata sipariş ettik
(çünkü otelde ilk akşam yanlışlıkla domuz eti yemiştik kararlıydık sebze ya da tavuktan öteye geçmeyecektik) sonra da Türk olduğumuzu dile getirdik. Garson güler yüzü ile o zaman “hoş geldiniz” dedi, biz de mutlulukla “hoş bulduk” dedik. Sonradan öğrendiğimiz kadarı ile Gümüş dizisi ile Yabancı Damat dizisinin müptelasıymış ve Türkçe
kelimleri de orada öğrenmiş. İki filmi de izlememiştim (tv seyredememe problemim olmasına ilk kez orada üzüldüm yoksa konuşacak daha çok şeyimiz olurdu) . salatalarımız gelirken mekan da yavaş yavaş dolmaya başlamıştı. Salata oldukça lezzetliydi, Kamari’ye nasıl gideriz diye konuşurken önümüze iki tabak dondurmalı kadayıf geldi, sevinçle çok teşekkür ettik güya Yunan Türk’e zulm ederdi ilerleyen günlerde de yaşayarak görecektik ki sevgili Zeki Kuneralp’in de dediği gibi aslında biz millet olarak birbiriyle çok iyi anlaşabilen ancak siyaseten birbirne düşman iki millettik.
Kadayıfa hevesle çatal daldırdım tadı ilginç geldi içinde sıcak portakal ve tarçın şurubu vardı, bizim alışık olduğumuz kadayıfa benzemiyordu ama sonra bu tada da alıştım, neredeyse her akşam aynı mekanda yedik başka bir akşam kadayıf dolması, baklava ve yine kadayıf her seferinde ikram olarak kocaman gülen bir yüzle önümüze koyuldu. Salatalarımıza ve suya toplamda 7-8 euro gibi bir para ödedik, genç olan garson plajdan bize Kamari’yi gösterdi hatta görünen dağı işaret ederek "orası Kamari" dedi. Otele hiç dönmeden yola koyulmaya karar verdik biz buraya yürürüz hatta etrafı da görürüz dedik, bir süre ıssız sahilden yürüdük ama kumlar çok yormaya başlayınca kara yoluna çıkıp yola oradan devam ettik. Yanımızdan geçen araçlar genellikle kiralanmış araçlardı, özellikle vespa ve atvler çok revaçtaydı. Araçlar genelde geldiğimiz istikamet tarafına gidiyordu J bu beni epey düşündürdü. Baha duraklardaki yazılardan otobüs ya da belediye tarzı bir şey olup olmadığını anlamaya çalışırken ben etrafı inceliyordum. Yolun deniz tarafı beyaz tek ya da 2 katlı yapılarla kaplıydı, çoğu daha önce de belirttiğim gibi henüz açılmamıştı çünkü Santorini sezonu daha çok temmuz gibi daha doğrusu Kamari sezonu temmuz gibi ben bilerek haziran istemiştim ki çok kalabalık basmadan rahatça gezelim diye. Yolun karşı tarafı ise askeriyeye ait olduğundan uzun yol boyu tel vardı. Uzun bir yürüyüş sonrası yerleşim bölgesi göründü, deniz tarafında moturu ile uğraşan 30larında bir ağbiye yaklaşıp onca zaman kursta öğrendiğim İngilizcemle “How do we go to Kamari?” dedim adam mahçup bir ifade ile suratıma bakınca sorumu kısalttım “Where is (city of) Kamari?”, ağbi anladığını belirten bir “hıh” ifadesi ile başladı tarife, vücuduyla önce soluna döndü yolu karşısına aldı “………….go ahaed……….turn.............." (turn de takıldı bir türlü doğru kelimeyi bulamıyordu, sonunda eli ile solu gösterdi çılgın gibi turn diyor ve eliyle sola sapın işareti yapıyordu cidden çok şekerdi) çok teşekkür ettik ve yola koyulduk ben bana hiç yakışmayan bir tavırla az ilerde koca bir kahkaha attım. Baha “şşşt çok ayıp” dedi, bence de çok ayıptı duymadığını umut ediyordum. Diğer yandan bir kez daha anlamıştım ki dil bilmek hikayeydi, vücut dilini kullandıktan sonra anlaşmamak diye bir durum söz konusu değil. Adamın söylediği istikametten Kamari’nin içine vardık az sonra anlayacaktık ki ona sorduğumuz yerden 100 adım plaja doğru yürüsek hayatın attığı yerde olacakmışız. Kamari'nin içi her yerde olduğu gibi beyaz evler, minik oteller, rengarenk çiçeklerle kaplı görselliği hoş bir yer olmasına karşın biz gezginleri asıl çekecek yeri deniz kenarıydı. Deniz kenarına vardığımızda nerede bunca turist kardeşim sorumun cevabını da almış oldum.
Tüm
sahil kenarlarında olduğu gibi deniz kenarı kafeler ve tavernalarla doluydu.
Deniz kenarında güneşlenen insanlar vardı ancak denize giren yoktu, çünkü su
oldukça soğuktu bu yüzden 1 hafta boyunca denizde hiç yüzmedim bunda soğuk
olmasından öte dibinin siyah olması etkiliydi, çünkü değişik bir su fobisine
sahibim. Ada büyük bir patlama sonucu oluştuğundan denizin dibi taş dolu plajı
da gri bu da fonda karalık yaratıyor ve bana göre hiç iç açıcı değil. Zaten yüzmeye değil adayı keşfe gelmiştik. Yüzümüzü dağa verdik ve durmadan oraya doğru
yürüdük çünkü özellikle o tarafa hareketlilik vardı, sonra plaj kenarında ve
hemen dağın dibinde oldukça şirin bir kilise bulduk, tamamı beyaz oval kubbeli
denize bakan ıfıl ıfıl bir kiliseydi, yalnız kiliseye iliştirdikleri Yunan
Bayrağını görünce düşünmeden edemedim acaba bizim camilerde Türk bayrağı var
mıydı?
Bir başka teorim de şu oldu adaya inen uçakları karşılamak için koyulmuş
olabilirdi, çünkü uluslar arası havaalanı Kamari’de olduğundan uçak plaja
oldukça yakın iniyor. Yani uçağın penceresinden bakan birinin göreceği ilk unsurlardan biri olur. Kiliseden
çıktıktan sonra dağın kenarındaki kayalıklara gittik, kayalara tırmanıp yaklaşık 10-12 metrelik mesafeden atlayan gençler vardı. Kayalara tırmanıp o mesafeden suya atlayan
gençleri özellikle de kızları imrenerek izledik. Biz de olsa aileler hemen müdahale eder "aman yavrum delirdin mi napıyon sen atlarsan ölümü gör vallahi" gibi sözlerle yavrularının atlamasını engellemek için elinden geleni yapardı. Ancak gördüğüm kadarı ile bu genç kızlar bırakın anne müdahalesi yaşamayı bu yaşlarda tek başlarına yurt dışı seyahati yapıyorlar, biz de olması pek de muhtemel olmayan unsurlardan biri.
oldukça kilolu bir kız atlayış için hazırlanıyor zayıf kız da uygun kareyi nasıl yakalayacağını bulmaya çalışıyordu. Cesaretlerine hayran kaldım, ben olsam hayatta kalır mıyım nasıl kalırım mücadelesi verirdim. Merakımızdan ötürü gitmedik kızın atlayış yapmasını bekledik. Fotoğraf makinasını tutan kız tamamdır işareti verince tombik kız hiç tereddüt etmeden atladığı yere dahi bakmadan yalnızca sol eli burnunda yüzü kameraya dönük şekilde bizim "vah vah gitti bu gelmez" bakışlarımız arasında atladı. sonra o kız yüzerek önce karaya sonra kayaya çıktı az önce arkadaşının oturduğu yere oturup kamerayı eline aldı, şimdi sıra diğerindeydi ve o da hiç bir şekilde tereddüt etmeden soyunup atladı. Vesselam bu yabancıları hiç anlayamayacağım, yıllar önce Antalya'da tanıştığım Avustralyalı iki kardeş vardı kendileri ile kaynaşıp yaptığım 5 günlük gezi sonunda gördüm ki biz de bir sıkıntı var. Kardeşlerin ufağı Alişya ile bir gün iskeleye çıktık ama iskele ciddi anlamda uzundu, hava yağmurluydu, deniz dalgalıydı, hatta gök gürlüyordu ekibin geri kalanı plajdaydı, Alişya bana baktı ve "köpek balığı var mı" dedi, anlamadım, elini kafasının üzerine koyup dalgalandırdı, "cıx" deyip kafamı iki yana salladım, 1.50 boyundaki kız o dalgaya havaya aldırmadan atladı suyun içine, bendeniz de gaza gelip bu yapıyorsa ben de yaparım diyerekten (ki fobim vardır) attım kendimi çivileme su kaç metreyse ayağım yere deymedi aldı mı beni bir korku, bu arada gözüm Alişyayı arıyor peşine takılcam efendim ne mümkün kız denizaltı gibi yüzüyor suya bir daliyor onlarca metre ilerden çıkıyor, üstelik kız epey ilerideki teknelere doğru yüzüyor ben tırıs tırıs kıyıya varmaya çalışıyom, dalga bir yandan sola doğru sürüklüyor işte o gün anladım ki elin turisti ile aşık atılmazmış hele de ömrü köpek balığı dolu okyanusta yüzerek geçmiş olanlarıyla asla.
Yıllar önceki bu deneyimimden bilmeme rağmen bir kez daha ağzım açık şekilde aşağıya düşmeden yandan
yandan plaja indik, arkaya baktığımda aynı noktaya bir sürü çocuk atlayış için
tırmanıyordu. Atlayış yapmasak da
kayanın manzarası güzeldi bir tarafta güneşin ışınlarıyla dans eden deniz bir
tarafta çorak bitki örtüsü içinde alabildiğine uzanan beyaz evler, işte şimdi
Santorini’ye gelme amacımı bulmuştum. Ama hala seyrettiğim filimdeki Santorini’yi
görememiştim, ertesi gün oraya da ulaşacaktım. Kamari'ye kadar yürüyüştü, kiliseydi, kaya macerasıydı derken salata eriyip gitmiş yine acıkmıştık.Hemen deniz kenarındaki tavernalardan birine oturduk, bu sefer salata yerine tavuklu bir şeyler yemeye karar verdik ve
kendimize chicken souvlaki denilen yemekten sipariş ettik. 2 tabak dolusu koca
souvlakilerimizi beklerken ben de etraftaki turistleri gözlemliyordum gördüğüm
kadarı ile oldukça uzun bir şalla çocuğu sırta bağlamak modaydı.
Kadın
turistler öyle geziyordu. Suovlakileirmz
oldukça leziz ve doyurucuydu, sanırım içecek olarak sudan başka bir şey içmemiştik
çünkü su ve soda dışında bir şey içme alışkanlığına sahip değiliz. (gerçi böyle diyorum ama resimlere bakınca Baha pek çok sefer kolanın dibine vurmuş, sanırım tatildeyiz diye ses etmedim bilemiyorum) Yemeğin
tamamına 15-16 euro verdik ki içi dolu tabakları göz önüne alınca fiyat bize
hiç de pahalı gelmedi. Türkiye’de de
benzer menüye aynı fiyatı verip doymadan kalktığımız çok olmuştur.
yemekten önce sarımsaklı ekmekle tereyağı getiriyorlar, nedenini anlayamadım ama bunu sürekli yapıyorlardı o da gerçekten çok lezizdi, ancak o ekmek yemek öncesi doymanıza sebep olabiliyor o yüzden dozajını ayarlamak lazım, bu arada beni bilen bilir ben limon hastasıyımdır, tabağımdaki bir dilim limonun kokusu beni benden alınca umursamaz şekilde yemeye başladım, inanın abartmıyorum limon öylesine lezzeetli ve ben öylesine bir iştahla yemişim ki garson elinde limon tabağı ile geldi, ve en az 3-4 tam limon yedim.
Aşağıdaki yemek listesinde de göreceğiniz gibi Türk ve Yunan yemekleri, mezeleri, tatlıları birbirinin aynısı, hatta nerdeyse isimleri bile aynı, musakkadan, baklavadan, cacıktan tutun da rakıya kadar (onlarınki hafifmiş bir şişe uzo aldık ama içmedik şişesinin şıklığından ötürü süs olarak kullanıyoruz) biribirinden ayırmak pek mümkün değil.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder