


Yol pek kısa değildi, zaten ada da öyle ufak bir ada değildi. Herkes kendi halinde sohbet ederken teknelere bineceğimiz yere doğru kıvrılan ve aniden deniz manzarasını sunmaya başlayan yol herkeste heyecan yarattı ve ben dahil herkes fotoğraf makinasına sarıldı. Tekneye binmeden evvel rehberimiz İlyas bizim gruba seslenmeye başladı(sağ taraftaki resimde iki kolu açık olan arkadaş rehberimiz İlyas oluyor bize seslenirken) çünkü farklı gruplar da vardı. Bu arada isminin İlyas olduğu sizi yanıltmasın kendisi buram buram bir Yunanlı. Teknede kendisinin Türk olup olmadığını soruyorum, "İlyas Türkçe’de oldukça yaygın bir isim" diyorum. Hemen nereli olduğumuzu soruyor "Türk’üz" diyorum, ciddi anlamda suratı bozuluyor isminin dinlerde oldukça yaygın olduğunu peygamber ismi olduğunu dolayısıyla dünyanın pek çok yerinde yaygın bir kullanıma sahip olduğunu anlatıyor. Haksız da değil, bize karşı düşmanca ya da önyargı ile başlayan günü, gün boyu farklı boyutlara taşındı, sanırım önyargılı olmaması gerektiğine karar vererek sürekli bizle ilgilendi, bolca sohbet fırsatımız oldu, nitekim akşam bizi otelimize getirdiğinde otobüsten inip kapıya kadar gelmiş(diğer yolcuların hiçbiri için inmedi), elimizi sıkıp güzel dileklerde bulunmuştu.


Tekne ile süren 15-20 dakikalık bir yolculuk sonunda calderaya vardık, patlayıp etraftaki her şeyi insanlarla birlikte küle çeviren o meşhur yanardağ (diğer taraftan Santorini’yi Santorini yapan da bu yanardağ ve o patlamaydı, çünkü insanlar onun korkusuna tepelere çıkmış o bayırlarda yaşam kurmaya çalışmıştı) söylenildiğine göre yüzyıllardır aktif değildi. İlyas önde grup ve biz arkada ilerliyorduk her yer devasa derin çukur kraterlerle doluydu ya düşersem diye düşünmeye başladım düşseniz muhtemelen biri ip atmadan çıkamazsınız. İlyas 5 farklı dilde adanın oluşum hikayesini anlatıyordu, bu fasıl o kadar uzamıştı ki güneşin altında dikilmekten hem yorulmuş hem de ne anlattığını anlamamaktan gına gelmişti, oysaki daha yolun başındaydık. İlyas'ın anlattıkları bittikten sonra yine uzun yürüyüşlere başladık, yürüyüşlerin sonu gelmiyordu. Terlikle gelen Fransız bir turistin parmağına keskin taş girip de parmağından şakır şakır kan akmaya başlamasıyla biraz yavaşladık. Kızın parmağına üzülmüş ama diğer yandan nihayet durduk diye sevinmemiştim de dersem yalan olur. zaten kız da sürekli gülümsüyordu, belki yoğun ilgiden mutlu olmuştu bilemiyorum ama bildiğim bir şey varsa o da onun gülümsemeleri sayesinde vicdan azabımın biraz hafiflediğiydi. Biz kuzey yönüne ilerlerken gezisini bitirmiş tekneye dönen başka gruplar vardı. İçimden onların peşine takılıp geri dönsem diye geçirdim. Bir ara artık öyle yorulmuştum ki dinlenmek için konulan bir sıraya çöküverdim. Su eşliğinde gölgede serinlemeye çalışayım derken eşim de bana uyunca biz epey bir oturup kalmışız. Yola koyulduğumuzda grubumuz görünmüyordu. Düz yola devam ettik sonra önümüze iki krater boşluğu ve 3 farklı yol çıktı. ne yapacağımızı bilmez şekilde etrafa bakınırken gruptan bazı insanların o çukurların bittiği noktada olduğunu gördüm gideceğimiz yeri gördüğüme sevinmiştim ancak yol seçiminde kararsız kaldık, önümüzdeki ve sağımızdaki yolda kimse yoktu ve yuvarlanmaktan korkuyordum, sol tarafta ise bir çift vardı, makinaları ile üst üste dizilmiş bana mezarı ve ölümü anımsatan taşları çekiyorlardı (yıllar Önce Adıyaman’a yaptığım bir seyahat esnasında görmüştüm bunlardan ıssız yolun ortasında büyük bir alanı yuvarlağa almışlar ortasında da bu taşları üst üste dizmişlerdi, muavine ne bunlar böyle diye sorduğumda mezar taşları tarihi eser sayılır demişti, zaten yolun ıssızlığı, ve terörist korkusu ile mücadele ediyordum mezar taşı lafı üstüne pul biber ekmişti, şimdi bu taşlar ve yalnızlığımız yine aynı korkuyu duymama sebep oldu). Çiftin yere eğildiğini görünce merakla yere baktım, o zaman taşların arasından fışkıran sıcak dumanı ve ateşi gördüm, kameraya çekmek için kamerayı açtım bir müddet etrafı çeke çeke yürüyor, kamerayı düz istikamette tutuyordum ki birden yanık kokusu almaya başladım, eşime koku alıp almadığını sordum o da panikle kokuyu aldığını ve kokunun yoğun şekilde geldiğini söyledi, bir müddet nereden geldiğini anlayamadık taki ayağımda yoğun bir sıcaklık duyana kadar “baha yanıyoruz” diye bağırmaya başladım, işte o zaman neden bu istikamette kimse olmadığını da anlamış olduk, çünkü tercih etmediğimiz yollar yeni kafileler ya da dönen insanlarla kalabalıklaşırken bizim istikamet boştu, ön tarafımızdaki çiftte çoktandır kayıplardaydı. Ne yapacağımızı bilmez halde sadece koştuk denize atlama gibi şansımızda yoktu çünkü çok yüksekteydik ve bu intihar olurdu, eşim önde ben arkada (farkında değildim kamera hala açık) deli gibi koştuk, sonunda yanmayan bir bölgeye geldik, zemin sertti etrafta duman yoktu hemen ayakkabıları çıkarıp elimdeki şişe ile suladım ayakkabının altı erimekle kalmamış arkadaki kayışları da şaşırtıcı şekilde uzamıştı. Neyseki buna benzer bir duruma hazırlıklıydım o yüzden yedek sandaletimi çıkarıp giydim.Daha sonra o görüntüleri izleyince ikimizin de verdiği tepki aynı oldu “Blair cadısı filmine dönmüşüz, elinde savruk bir kamera ile ne yapacağını bilmeden sağa sola koşturan bir çift” . Yanık macerasından sonra koca bir oval çizip gerisin geri tekneye dönmeye karar verdik bu kadar macera bugünlük yeterdi. Ama eşime o gün dedim ki “bu yanardağı kesinlikle sönük değil ya da aktifitenin eşiğinde” eşim yok falan dedi ama biz döndükten 5-6 ay sonra televizyonda şöyle bir haber geçti: “uzmanlar Santorini’deki Calderanın uzun zamandır hareketli olduğunu, geniş bir alanı kaplayacak ciddi bir patlamanın her an gerçekleşebileceğini söylüyor” haberi duyduğumda haklı olduğumu anlamıştık, televizyon başındayken bile tüylerim diken diken olmuştu.




Yemekten sonra elimize bir dondurma aldık deniz kenarında bir taşa oturup dondurmamız eşliğinde ayaklarımızı buz gibi suya soktuk. Bu arada sol tarafımızda yarısı suyun içinde büyük bir taş parçası vardı, bir süre sonra oraya bir adam (adam gün boyu dikkatimi çekmişti zaten)geldi. Dimdik ayakta duruyor gökyüzüne karşı sigara tüttürüyordu, paçaları kıvrık olmasına rağmen (taşa çıkmak için suyun içinden geçmeliydi) ıslanmış, gömleğinin önü olduğu gibi açıktı, eşime dedim ki “her iddiasına girerim Türk” eşim de münkün olabileceğini söyledi, oturduğumuz yerden makine ile ayaklarımızı çekiyorduk ki adam bize seslendi “çekeyim mi?” adama gülümseyerek “Türk olduğunuzu tahmin etmiştik” (lafımı da esirgemiyorum) dedim. Adamın yanında bir arkadaşı daha vardı(teknede) ama yanındaki adam biri zenci biri Fransız iki hatunla sohbet edip duruyor bu zavallı adam da sıkıntıdan sigara içmekten başka bir şey yapamıyordu, gün boyu tek kelime ettiğine rastlamamıştım. Ondan olsa gerek otele dönüp de otobüsten inene kadar memleketteki eğitim meselelerini anlattı durdu. Adamın kılık kıyafetine gelince bu iki kafadar farklı illerden Türkiye’yi temsilen Rodos’a (tüm dünyadan temsilcilerin katıldığı eğitimle ilgili bir) toplantıya gönderilmişler. Sonra diğer adam buraya kadar geldik gel bir Mikanos, Santorini yapalım deyip bu zavallıyı kandırmış o da iyi madem demiş, Santorini’ye kadar bizim ödediğimizden daha fazlasını ödeyip gemi ile gelmişler. Diğer adam niyeti zaten baştan belliymiş ki yanında terlik, şort vs her şey getirmiş ama bu gayet toplantıya uygun gelince paça kıvrık gömlek açık gezmek zorunda kalmış, adamın haline acımadım da değil, gerçi arkadaşı parmak arası terlik aldırmış falan ama adam alışık olmadığından parmakları yara olmuş. Anlayacağınız biri çapkınlık derdinde hatunlarla gezinirken bu zavallı da gezeceğiz diye tek kelime etmeden yanlarında sessizce gezip durmuş. Bize toplantı ile ilgili anlattığı şeyler oldukça ilginçti, meğer Türkiye eğitim alanında özellikle Avrupa tarafından ciddi takip edilen bir ülkeymiş, bu sene bazı değerlerimiz yükselmiş vs vs. eh biz de sevindik halimize.



Kendimize (neli olduğunu anımsamadığım) birer spagetti söyledik, ağzına kadar dolu koca bir tabak geldi, spagettilerden sonra soğuk birer frappe içtik (buradaki frappe kesinlikle Fira’daki kadar leziz değildi, sonraki günler de Fira’ya gidip aynı yerde birkaç kez frappe içtik). Yemek yediğimiz yerde Rodos’tan gelen Türkler vardı tabi yanlarında zenci ve sarışın Fransız hatunla, bizim sohbettiğimiz arkadaş yalvaran gözlerle bize bakıyordu, afiyet olsun demekle yetindik. Kalktık, grupla buluşacağımız meydana gittik, henüz vaktimiz vardı bu yüzden meydandaki kiliseyi gezdik, kilisenin önünde makinanın şarjı bitti, açıkçası artık biz de bitmiştik. vakit gelse de otobüse binsek diye bekliyorduk. Otobüse binerken bizim Türk arkadaşların bizden evvel binip oturduğunu gördük, Baha ve ben en arka koltuğa gidiyorduk Baha böğrü açık arkadaşın yanından geçerken “sen arkaya gel” dedi, çocukcağız sevinçle yanımıza geldi oturdu, hiç durmadan memleket meseleleri ve eğitim üzerine konuştular, ağzımı açacak halim yoktu zavallı adam o kadar dolmuş ki (bizden önce indiler) inerken bile hala anlatıyordu. İlyas hararetli şekilde ne konuştuğumuzu merak edip sorunca, biz de kısaca “havadan sudan” diyerek memleket meselelerini bir sır gibi kendimize saklamayı uygun gördük :)). Otobüs bizi otelin kapısına getirdiğinde, yukarıda da anlattığım gibi İlyas kapıya kadar gelip, güzel dileklerini iletti. Yorgunluktan yatar yatmaz uyuyakalmışız.


4 günde adanın görülmesi gereken önemli yerlerini görmüştük, sonraki 3 günü de tekrar gitmek istediğimiz yerlere giderek geçirdik yine 1 gün Oia(otelden Oia’ya gidiş dönüş 10 euro) 2 gün Fira’da zaman geçirdik, Oia’dan ciddi şekilde ihtişam akıyor olmasına rağmen ben Fira’yı çok sevdim, belki orta seviyeye hitap ediyor olmasındandı, bilemiyorum ama şu bir gerçek ki Santorini (uzun zamandır )tamamen turizm üzerine kurulmuş bir ada, adada kışın hayat neredeyse hiç yok belki 50 -60 hane kalıyordur (sonuçta bir okulları vardı), yerlileri de yazın geliyor. Ada halkı turizmden müthiş para kazanıyor, etraftaki yüzlerce sanat evi, atölyesi de bunun en bariz göstergesi. Adamlar başlı başına evlerini, dükkanlarını sanat eserine çevirmişler, içinde satılana değil dükkana bakmak bile zevk veriyor. Fira ile Oia arasında yiyecek açısından fiyatsal anlamda büyük farklar yok ama tabiî ki Oia daha pahalı. Suları hakkında değinmek istediğim bir nokta var, adada tatlı su yok hatta su namına bir şey yok, deniz suyu arıtılıyor içme suyu dışarıdan getirliyor, içme sularının tadı berbat o yüzden soğukken tüketmeye dikkat ediyorduk, soğuk olduğunda fak edilmiyor, bir diğer nokta içmek için otelden 6lı büyük su şişeleri alıyorduk ve 6 büyük şişeye 3 euro ödüyorduk, halbuki Bodrum'da 50 millik küçük suya 5 milyon para ödüyorduk artık varın hesabını siz yapın. Hangisinin daha ucuz olduğunun.
Otelden
ayrılmadan son gece (her gece yaptığımız üzere)barda oturmuş kahvemizi
yudumlayıp bir yandan da barmen çocukla sohbet ediyorduk. Çocuğa bakıp “bu plaj internetteki resimlerde daha dar
görünüyordu halbuki denize doğru epey mesafe varmış” dediğimde çocuk gayet
sakin bir şekilde “yok aslında o
resimlerde hata yok deniz geçen ay aniden 7 metre içeri çekildi” dedi. Plaj
bu yüzden uzamış. Kafayı kaldırıp
gökyüzüne bakarak“Allah’ım sen başımıza
bir iş gelmeden gitmemizi nasip eyle Ya Rabbi” diyerek duaya başladım, ertesi gün yola çıkacağımızdan odamızın
yolunu tuttuk. Ben oteli ve hizmetini
çok beğendim 10 üzerinden neredeyse 10 verebileceğim nadir otellerden, hizmet
ve temizlik hep mi böyle biz balayı çiftiyiz diye mi böyle bilmiyorum, bir de restaurantını otel işletmiyor yani yemek ya da kahvaltı işi ile ilgilenen farklı biri sanırım biraz da bu sebeple otelin kalitesi yüksek çünkü her zaman derim, bir otel yemek işiyle de uğraşıyorsa kalitesi hizmeti düşer, personeli hep yorgun, ve hiç bir yere yetişemez olur. Ama otel ne kadar güzel olsa da siz
siz olun deniz kıyısından uzak durun malum zaten caldera da aktif olmuş. Bir
gecede 7 metre içeri giren deniz bir gecede bir bakmışınız oteli altına almış. Ama
ne olursa olsun imkanınız varsa yok olmadan önce Santorini’yi görün, ama gemi
turu ile gidip 5 saatlik takılma sürecini kapsayan bir görme olmasın lütfen
gidin ve orada biraz yaşayın, adayı vücudunuza nüfus edin, dünyada oluşumu bakımından
eşi benzeri olmayan tek ada olduğunu da unutmayın.

THİRİSSA

THİRİSSA
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder