Viyana’da ikinci günümüzün sabahı saat 6’da hızlı bir
kahvaltı ile başladı. Kahvaltıya bilhassa değinmek istiyorum, çünkü en çok
sıkıntı çektiğimiz konu kahvaltı oldu.
Otelde çeşitli peynirler vardı, ama hiç biri damak zevkimize uygun
değildi. Zeytin kesinlikle yoktu, zeytinin olmadığını görünce havaalanında
zeytini geçirmek için güvenlikle kavga etmeyi göze alan amcayı (ilk gördüğümüz
anın aksine) saygı ile andık. Santorini’de de zeytin krizi yaşamıştık, orada
zeytin vardı ama bizim eşek cinsi dediğimiz türdendi, tadı bizimkileri
andırmasa da zeytin yemiş gibi olmuştuk. Viyana’da ise hiç yok. Salam ve benzeri şeyleri domuz ürünleri
olabilir diye almadık. Geriye seçenek olarak kruvasan, müsli, tatlı çeşitleri,
ve pakette tereyağ, bal, reçel gibi şeyler kalmıştı, bir de yumurta. Eşimin tabağından da
görüleceği üzere. Yalnız kahveleri oldukça güzel, her masada 1 termos kahve
duruyor tabi alternatif içecekler de yok değil.
Viyana’da 2. Günümüz sabahın erken saatinden akşama kadar
Budapeşte’de geçti ancak ona ayrı bir başlık açacağım için burada
değinmeyeceğim. Budapeşte’den döner dönmez bir gece önce Bosnalı çocuktan
aldığımız biletlerimiz cebimizde (yorgun ve bitik şekilde) konserin olduğu
salonu aramaya koyuluyoruz. Bir ara kaybolduk neyse ki yolda bizim gibi (konser
salonunu arayan) kaybolmuş başka gruplara da rastlayınca işimiz kolaylaşıyor.
Onlar önde biz arkada koşar adım (önümüzdeki insanların en genci 55 yaşındaydı,
sanata saygı farklı bir durum) salonu bulup en arkadaki koltuğumuza
yerleşiyoruz. Koltuğumuz en arkada olduğu için müthiş şanslı hissediyorum
(çocuk bize bileti ilk satmaya başladığında koltuğumuz ortalardaydı
pazarlığımız bittiğinde telefonla yeri ayırtırken son iki koltuğun kaldığını
söylediklerinde hep beraber şaşırmıştık, çocuk da bu gece erken tükendi demişti
belki hafta sonuydu ve turist akını vardı anımsamıyorum).
Üstelik sol tarafım
boşluk olduğundan tam ortadan önümde kimse olmadan izlemiş gibiydim. Konser
güzeldi, piyanist tam manasıyla çılgındı, şarkı söyleyenler, balerinler ve
tabiî ki Mozart parçaları müthişti. Ama asıl güzel olan izlemeye gelenlerdi. Avrupa halkı bir kez daha ben de hayranlık
uyandırdı ve kafamda aynı soruyu canlandırdı, kardeşim bu adamlar nasıl çocuk
yetiştiriyor? Evet konser salonuna 3-4 yaşında çocuğu ile gelen vardı. Hiç mi
ağlamaz, yaramazlık yapmaz bu çocuklar. Hele bir baba vardı, müthişti adam 1.80
boylarında, zayıf, yakışıklı, kucağında bir erkek çocuğu aynı kendisi. Çocuk
bir ara sıkıldı gibi oldu adam onu aldı, kapının oraya götürdü sonra bir baktık
ki ağbinin boy boy 4 çocuğu daha var. Şok geçirdim resmen sonra bir baktım
meğer eşi de diğer kızların yanındaymış, sıralı bilet bulamamışlar sanırım
herkes 2şerliydi. Adam bir kez olsun karısını rahatsız etmedi, çocuğu ile hep
kendi ilgilendi. O kadar ilgimi çekti ki konserden çok onu izledim o kadar ki
sürekli adamla göz göze geliyordum adam her seferinde mahçup gülümseyen bir
yüzle bir oğluna bir bana bakış atarak ne yaparsın işte “çocuk rahatsızlık
vermesin” diye der gibiydi. Bizde böyle
kocalar olsa değil 5 çocuk 10 çocuk da doğururduk sanırım. Diğer çocuklara gelince
sıkılan çocukları aileleri 2 sıra arasındaki boşluğa yere oturtuyordu çocuklar
bundan daha zevk almış gibiydiler. Çünkü boyları kısa olduğundan
sandalyelerinden göremiyorlardı. Evet en ufak çocuğun bile koltuğu vardı. Öyle
çocuğa kucak muamelesi görmedim. Adamın kucağında ki ufaklık dahil bir tane
ağlayan çocuk yoktu ( pes diyorum o kadar ). Konserin sonunda herkesle birlikte
biz de ayakta alkışladık alkışlarımız o kadar uzun sürdü ki ekip geri gelip bir
parça daha çaldı sonra yine aynını yaptık onlar bir daha geri geldi derken,
adamları alkışlayarak yollamaya karar verdik. Ruhumuz dinlendi, beslendi çok da
iyi oldu. Ekip Viyana’nın meşhur Flarmoni Orkestrası’ydı ama tabi biz de olduğu
gibi ağbi bir imza versene, hadi bir foto çekilelim olayı yoktu. Konser bittiği
an tüm izleyenler arkalarına dönüp büyük bir huşu içinde konser salonunu terk
etti. Yorgunluğumuz az da olsa geçmiş gibiydi.
Tramvaya binmeye giderken karaltı
içinde ışıldayan Karlskirche’i gördüm. Sanırım Viyana’nın en çok bu olayını
sevdim. Hiçbir yeri özellikle aramanıza gerek kalmıyor, bir yerlere giderken
diğer her yeri buluyorsunuz. Karlskirche Avrupa mimarisinin her yanından
etkiler taşıyor çünkü mimarları çok çeşitli(ön giriş Yunan, kolonlar Antik
Roma, kubbe Çağdaş Roma kuleler ise Viyana usulü), ve kentin en etkileyici
barok yapısı. Kara Veba Avrupa’yı vurduğunda VI. Charles bu illetten kurtulursa
bir kilise yapmayı vaad etmiş ve sonunda yaptırmış da, önünde kocaman bir
havuzu da var ancak ben çaprazdan çektiğim için (gündüz çektiklerimi bulamadım)
yeşillikler havuzu kapatmış. Muhakkak görmeniz gereken yapı Viyana Teknik’in
hemen arkası. Görmeden gelmeyin. 3. günün sabahı hedefimiz Hundertwasser House’a
ulaşmak. Yine çok erken bir saatte
çıkıyoruz yola üstelik günlerden Pazar o yüzden caddeler bomboş, hava biraz
sert ama bir önceki gün olduğu gibi güneş yine bize gülümsüyor. Bu yüzden biz
de mutluyuz. Her zamanki gibi saatini
asla şaşmayan tramvaylara biniyoruz.
Yanlışlıkla bir – iki durak önde iniyoruz
ama bu durumu sıkıntı etmiyoruz. Çünkü önümüze yine devasa güzel mi güzel bir
kilise çıkıyor. Onu geçtikten sonra rengarenk evleri olan bir sokağa dalıyorum
(ilgimi çekiyor çünkü), sonra kırıntıları takip eden çocuk misali etraftaki
ilginç yapıların peşine takılıp gitmemiz gereken istikametin tersine doğru
(haritaya bakıp terse gittiğimizi anladık ama ip uçlarını takibe devam edip)
yürüdük.
Müze olduğunu anladığımız çok
hoş bir yapıya ulaştık hemen önünde fotoğraf çekilmeye başladık, etrafta bizden
başka kimse yoktu derken bir Alman amca müzenin karşısındaki arabasına bindi,
sonra indi sonra bir şeyler yaptı derken yanımıza gelip “fotoğrafınızı
çekebilirim” dedi. O soğukta (sabahın 7si var yok hava sertti) sıcak arabasını
bırakıp fotoğrafımızı çekme inceliği göstermesi çok hoşuma gitti. Kocaman bir
“thank you” dedik. Adam da mutlu halde “you’re welcome” dedi. Ancak bu kısa
süreli mutluluk amcanın nereli olduğumuzu sorması ile son buldu. Türkiyeli’yiz
dediğim an adam bize vebalıymışız gibi bakıp arabasına yanaştı. Ama daha sonra
üzgün bakışlarıma kıyamamış olacak ki yanımıza gelip “doğusundan mı batısından
mısınız?” dedi. Biz de “batısından İstanbul’a yakınız” dedik. Adam belli oluyor
zaten dedi, bir iki kelime dert yandı, biz de bazı durumlardan dert yandık.
Sonra orta yolu bulup ayrıldık. Adam İngilizce konuşuyor olmamızı bile ilginç
buldu. Hiç Türk’e benzemiyorsunuz dedi. Viyana’daki Türk nefretini Viyana’da
kaldığımız her gün gördük daha da kötüsü nedenini gördük ki bu inanılmaz üzdü
bizi, bu konuyu uzun uzun ayrıca yazacağım.
Amcayla yaptığımız can sıkıcı
konuşmadan sonra gerisingeri Hundertwasser House’a doğru yol aldık.
Hundertwasser House’a varınca bizim gibi turist olan bir sürü insanla
karşılaştık, bina oldukça şaşırtıcı ama hoş. Bende Gaudi etkisi yarattı. Ama
tabiî ki ondan farklı. Viyana’nın sıra dışı mimarı Friedensreich
Hundertwasser’ın “Düz Çizgi Tanrısızdır” tavrı, Gaudi’nin “köşesiz eser yapma
takıntısı” bu adamları alanlarında büyük isimler yapmış ve yaşadıklar şehre,
ülkeye damgalarını vurmalarını sağlamıştır. Hundertwasser House’ın hemen
karşısında Hundertwasser Village var, içinde pek çok hediyelik eşya satılan bu
küçük yapı bana Hundertwasser House’dan daha şirin geldi.
Buradan alış veriş
yapıp bir kahve içmeden gitmeyin derim. Oldukça şirin bir yer. Saat 10’a doğru gelirken biz yine Innere Stad
denen, Viyana’nın merkezi de olan yere doğru yol alıyoruz. Gerçi ben
Belvedere’e gitmek istiyorum tekrar ama bugün için planlarımız da yok, belki öğleden sonra diyoruz. Tramvayla doğru merkeze gidiyoruz ama bu sefer
opera binasına yakın inmeyip arkadan dolanıyor ve Viyana Teknik’e yakın
iniyoruz. Viyana Teknik’ten önce Karlsriche’e oradan da yürüye yürüye sol
tarafta gördüğümüz yeşil bir parka gidiyoruz parka gidiş amacımız tamamen
dinlenme amaçlı ayrıca birazcık acıktık gibi öğle yemeği öncesi kahvaltıdan
yürütüp peçeteye sardığımız tatlılarımızı yemek istiyoruz. Şansımıza tatlılar
muhteşem çıkıyor (lila pastası kıvamındaydı bittik resmen).
Bu arada resimden de gördüğünüz gibi banklar
yan yana koyulmuş, orada oturmuş sohbet ederken yanımızdan çocuklu aileler geçiyor
ve ben her çocuğun elinde balon, pamuk şeker, rengarenk çikolatalar, trüfler
olduğunu görüyorum. Ve eşime diyorum ki “burada
bir şeyler var hadi çocukları takip edelim” ve sonra görüyorum ki oldukça
doğru bir karar vermişim. Çünkü bu sefer de kazara Şehir Meclis Binasını ve
Noel Kutlamalarının yapıldığı yeri bulmuşuz.
Etraf bayram yeri gibi inanılmaz güzel, her yer insan, satıcı ve süslü
ağaçlarla dolu. Üzerlerinde kalp, kardan adam, trafik levhaları olan ağaçlara
anlam veremiyorum hatta birinde tren asılıydı. Tabi akşam bunun nedeni ortaya
çıkıyor. Viyana beni büyülemeye devam ediyor. İşte bundan bahsediyorum. Yani
tesadüfen bir parka giriyorum ve ilginçtir çıt yok, sonra çocukların peşine
takılıp koca ağaçların ardına çıkıyorum ve sürpriz koca bir parti yeri. Eşimle
buradan epey bir alışveriş yaptık, aileye eşe dosta epey bir hediye aldık, içi
boş kalpli kurabiyelerden, sıcak kahveden alıp bir köşede yedik. Bu arada şehir
meclis binasının da hakkını yemeyelim tek kelime ile muhteşemdi. (Bu arada bu binanın
önünde 1 yıl boyu festival oluyormuş. Aralık sonundan mart sonuna kadar bu
bölge kayak merkezine dönüyor, tasarım festivali, caz festivali vs bir sürü şey
var).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder