2 Ağustos 2012 Perşembe

Viyana 1 - Zarif ve Mağrur Şehir


Zarif ve mağrur şehir: Viyana

Elimde, günlerdir bir türlü bırakamadığım İpek Çalışlar’ın Halide'si, İpek Çalışlar, Halide’nin sıtmaya tutulduğu geceyi anlatıyor:

“yüksek ateşten bitkindi, ayağının altındaki toprak, etrafındaki ağaçlar sallanıyordu. Sıtma, Halide’yi yatağa düşürmüştü. Ona Fatiş bakıyordu. Hastalık boyunca hayalinde Viyana’yı, oradaki mızıkaları, Carmen operasını düşledi…”

İpek Çalışlar’ın Halide’sinde tam da bu satırları okurken Viyana bana bir kez daha “gri”yi anımsatıyor belki bu sefer  Halide’nin yakalandığı kötü hastalığın, düşman işgalindeki ülkenin, yokluk ve çamurlar içindeki Ankara’nın etkisi var üzerimde bilemiyorum ama Viyana benim için hep gri. Halbuki Viyana’da olduğum zaman zarfında güneş batmadığı zamanlarda bir kez olsun ne yağmur yağdı ne de akşam çökmesi dışında bulutlanma oldu. Tüm ışıltısına rağmen Viyana benim için yine de gri. Belki de son yıllarda mevsimim değiştiği içindir. Yaz çocuğu olmama rağmen, sonbahara âşık, kasıma hayran olmamdandır. Belki bunda “Kasım’da Aşk Başkadır” filminin de etkisi olmuştur emin değilim. Ama eşime şunu dediğimi çok iyi biliyorum “kasımları sonbaharın en güzel yaşandığı yerlerde olmalıyız. Düşünsene  soğuk kuzey rüzgarlarında, montlarımızın içine gömülürken, her an yağdıracakmış gibi duran gökyüzünün altında elimizde şemsiyemizle kol kola girmişiz, ansızın bastıran yağmurun altında bilmediğimiz sokaklarda deli gibi savruluyoruz, sence de romantik değil mi?”  “Üstelik bir şehrin en güzel renklere büründüğü mevsimdir kasım”.

İlk kasımımız için Viyana’ya bilet almama sebep işte bu duygulardı. Gerçi bir önceki yazımda da bahsettiğim gibi seyahat yazıları ve gezi programları sağ olsun gitmeme az bir süre kala Viyana konusunda oldukça isteksiz hale gelmiştim,  neyseki 11 kasım 2011 sabahı 11 civarı bindiğimiz uçağımız yaklaşık 3 saat sonra daha Viyana semalarına inerken pencereden gördüğüm manzara hayranlık uyandırır nitelikteydi, şehir kalemle çizilmiş ve parçalara ayrılmış içinde yeşilliğini de barındıran bir maketi andırıyordu. Viyana Türkiye’den 1 saat geri olduğu için zaman bakımından avantajlıydık, hava alanından bavulumuzu aldıktan sonra hemen bir turist bürosuna gidip 16 Euro’ya 3 günlük Wien Card’ımızı aldık. (Bu kart İtalya’da 30 euro). Wien Card sayesinde Viyana’daki toplu taşıma araçlarının çoğuna ücretsiz bazılarına ise indirimli binecektik. Turist bürosunun kartla birlikte ücretsiz olarak verdiği ulaşım (ve tarihi yerler) haritasından gideceğimiz noktayı aramaya koyulduk, havaalanından tren istasyonunu ya da metroyu bulmak pek kolay olmadı, ben her zamanki gibi durup düşünmektense hareket etmeyi tercih ettim ve önümüze çıkan iki yoldan birini(soldakini) seçtim. Sağdaki pek tekin görünmemişti. Aslında eşime birine soralım demiştim ama o her zamanki gibi bunu reddetti. Soldaki yola ilerlerken Türk olduğunu tahmin ettiğim 45 lerinde bir abla (teni beyazdı bize çok benziyordu kafasında eşarbı vardı) bilet makinasının önünden bana doğru gelip Almanca bir şeyler söyledi, tahminimce benden yardım istemişti, ben de ona İngilizce “ı am sorrry, I don’t understoond you, I am a tourist” deyince kadın İngilizce “sorry” dedi. “no problem” deyip gülümseyerek gittim, durumumuz komikti eminim ki o da Türk’tü ama acelemiz olduğundan bir de Türkçe açıklama yapacak vaktim yoktu.  Baha aradığımız vasıtayı bulmuş, yeşil bir aracın yanından bana sesleniyordu, araç daha çok hızlı trene benziyordu. 

Nitekim CAT denilen hızlı treni bulduğumuzu kişi başı 11 euroyu ödedikten sonra öğrenecektik.  Halbuki seçmediğimiz diğer yolda normal tren hattı varmış ve oradan binseydik, hiç para vermeden şehre varacaktık.  CAT’in özelliği hiçbir durakta durmadan Wien Mit denilen noktaya kadar 16 dakikada gitmesi. Gerçi Wien Card’ımızın hakkını yemeyelim, eğer o olmasaydı çok daha fazla para ödeyecekmişiz. Wien Card müzelerden operalara kadar pek çok yerde indirim sağlıyor hatta bazı müzelere kartla bedava da giriliyor. Gerçi ilginçtir bu kartı buradan sonra yalnız 1 kez daha kullandık o da havaalanına dönerken bindiğimiz trendeki görevliye göstermek için onun dışında Viyana’da toplu taşıma ücretsiz gibi bir şey. Araçlarda biletlerinizi sokacağınız minik kutular var ancak ne bizdeki gibi bir biletçi ne de trene ya da tramvaya binerken önünden geçip biletinizi sokacağınız bir cihaz var hiç bir şey yok. Gözlemlediğim kadarıyla tramvaya 30 kişi biniyorsa bunlardan 3ü kartını okutuyordu, tahminime göre onlar da bizim gibi turistlerdi. Çünkü kartınızı aldığınız gün bir kez okutuyorsunuz bir daha okutmanıza gerek kalmıyor.  Gitmeden önce okuduğum seyahat yazılarında herkes bu konuya değinmiş, biz aldık ama siz boşa bilet almayın diye yazmışlardı. O zaman pek inanamamıştım ama gerçekmiş. Gerçi şöyle de bir efsane var, güya biletçi günde 1 kez araçlarda gezip kontrol yapar biletsiz olana 300 küsur Euro ceza kesermiş, eşim de olayın kesinlikle bu yönde olduğunu söyledi.  Yani siz siz olun Wien Card’ınızı ya da biletinizi almadan toplu taşıma araçlarına binmeyin, hele de Türkseniz buna daha da dikkat edin çünkü Viyanalıların sevdiği tek Türk orada yaşayan meşhur modacımız Atıl Kutoğlu. Onun dışında Türklere karşı ciddi bir ırkçılık söz konusu. Bu konuya “Viyana ve Türkler” başlıklı bir yazıda ayrıca değineceğim.


16 dakikada Wien Mit’e vardıktan sonra, inşaat halindeki bir metronun üzerinden geçip karşı yoldan bir tramvaya bindik yaklaşık 5 dakika sonra Reinweg’de yani otelimizin olduğu yerde indik. Haritaya göre otelimiz indiğimiz yere oldukça yakındı, otelimizin tabelasını görmüştük ki hemen otelle aynı hizada tabelasında şhnitzelleri dikkat çeken minik bir cafe gördüm.  Otelimize yerleşir yerleşmez, (çantalarımızı hemen odaya attık ve dışarı fırladık ) cafeye gidip cam kenarında dar ama şirin bir masaya geçtik(tüm yolu ve caddeyi görüyordu bu yüzden o masayı seçmiştim).  Tezgahtaki adam Alman bir bayandan sipariş alıyordu. Bayan siparişi verince Baha’ya Almanca bir şeyler söyledi, eşim Almanca cevap verdi ama konuşmanın gerisini İngilizce getirince adam da gülümseyerek İngilizce devam etti.  Bu arada ben bir yandan dışarı bakıyor bir yandan onlardan tarafa bakıyordum ki birkaç saniyeliğine mutfak taraflarında tülbentli bir bayanın olduğunu hayal meyal gördüm. Yazımın başında Viyana’da hiç buluta rastlamadım hava hep güneşliydi dedim ama şimdi yazarken anımsadım ki ilk gün hava karanlık ve griydi (demek ondan bende gri etkisi kalmış ). Baha siparişi verdikten sonra masada haritamızı açmış yemekten hemen sonra nerelere gideceğimize bakıp yolu anlamaya çalışıyorduk (Viyana’da istikamet ters) ki sipariş verdiğimiz ağbi yanımıza gelip, suratımıza baktı, Baha’ya döndü “yav siz Türk müsünüz, benim Türk olduğumu anlamadınız mı” dedi.  Sonrası malum vay ağbi sen neredensin sohbetleri, tesadüfe bakın bırakın adamın Türk olmasını, adam Sakaryalı, Karasulu üstelik de doktor olan amcamızla tanış çıktı. Doktor olan amcamız emekli başhekim olduğundan ve yazları Karasu’da ikamet ettiğinden tanıyanı ve tanıdığı epey çoktur. Tabi bu tatlı tesadüf Viyana’daki tüm günlerimizde Yunanlıların bizi taçlandırdığı gibi bedava yemekle ödüllendirilmemize sebep oldu. Mutlu olduk, sevindik, mahçup olduk.  Ben seyahat yazılarından okuduğum gibi hemen 2 şhinitzel bir de ortaya Viyanalılara has patates salatası istemiştim. Patates salatasını önce pek sevmedim ama sonra tadı fena gelmedi. 2 şhinitzele ve 1 patates salatasına 10 euro para ödedik(bedava ikramlar bu günden sonra başladı). Üstelik şhinitzel inanılmaz büyük 1 tanesi ile kesinlikle 2 kişi doyar.  Cafenin sahibi haritada bize bir alan çizdi, sonra da “dükkandan çıkın sağa dümdüz yürüyün 300-400 m. Sonra solda Belvedere Sarayını göreceksiniz, sarayın içinden geçip düz devam edin, diğer taraftan çıkacaksınız sonra haritanıza bakın nereyi görmek istiyorsanız oraya doğru devam edin” dedi. 

 Daha cafeden çıkalı 100 metre olmuştu ki sağ tarafımda duran pembe bir kilise ilgimi çekti ve resim çekmeye başladım, bu arada bastonu ile yürüyen çok yaşlı Alman bir teyze gülümseyerek (resim çekeyim diye üstün bir performansla kenara çekilmeye çalışıyordu) almanca “ileride Belvedere varken burayı mı çekiyorsun” demiş. Demiş diyorum çünkü ben Almanca anlamıyorum eşim de gülümseyerek Almanca karşılık verdikten sonra teyzeye iyi günler dileyip hadi dedi. Ben de hevesim kırık makinem boynumda ama teyzeye gülümseyerek Belvedere doğru yol aldım.  Belvedere gidene kadar  gördüğüm binalar oldukça hoşuma gitti. O kadar ki 5 gün boyunca bitmek tükenmek bilmeyecek bir enerji ile dolmuştum.  Ancak Belvedere’in kapısından girince gördüğüm bina hayal kırıklığı yaşattı “bu mu” dedim. Bizim dışımızda 2 kız vardı resim çekiliyorlardı biz de çekildik, sonra binanın diğer tarafına geçmek için yanından dolaştık işte o zaman anladım ki gördüğümüz kısım Belvedere değilmiş, Belvedere nazlı bir kız gibi uzun ve görkemli bir bahçenin sonunda yanına gitmemizi bekliyormuş. Koşar adım yürümeye başladım. Eşim müdahale etti.  Çünkü yanından geçtiğimiz ama benim Belvedere’e varmak için bakmayı akıl edemediğim bahçe muhteşemdi. 











Sağlı sollu heykeller, ağzından sular fışkıran aslanlı havuzlarla doluydu. Ama beni en çok etkileyen sonbaharın her rengine bürünmüş ağaçlardı. Sarı, kırmızı, kahverengi ve hatta soluk yeşil. Budanmış ağaçların yanından bir müddet ayrılamadım, aralarında koştum oynadım, zıpladım, oturdum. Bu kısmı epey uzatmış olmalıyım ki saraya vardığımda hava daha da kararmıştı. Sarayla kapısından girdiğim nokta arasında en az 300 metre vardı, tam ortasına vardığımda durdum bir dönüp saraya bakıyor sonra da dönüp ardıma geride bıraktıklarıma bakıyordum. Havaya minnettardım, soğuktu, hafif esintiliydi, bulutluydu, ağaçlar kırmızı, sarı ve kahveydi. Tam hayalimdeki sonbahardı, işte o an biliyordum, tüm o aptal seyahat yazılarına, o yetersiz gezi programlarına karşın o an biliyordum ben aşkımı, şehrimi bulmuştum. Bundan sonra aşk demek sonbahar demek benim için Viyana demekti.                     

İlk baştaki aceleciliğimi bir yana atmış Belvedere’e doğru özümseyerek, yavaşça ilerliyordum ki aklımda bir şiir ansızın sözcüklere dökülüverdi :

ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden
Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak
Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak…
Sular sarardı…yüzün perde perde solmakta,
Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta”


Üstad Ahmet Haşim’in de dediği gibi ağır ağır tırmanmakta fayda vardı. Zamanı yakalayıp o anda esir etmek, keşke sonsuza dek mümkün olabilseydi.  Sağa sola bakına bakına resim çekile çekile yürüdük, dikkatimi dağıtan faktör belli bir alanda durmadan koşu yapan insanlardı. Benim büyülü atmosferimi deliyor, içinde olduğum zamandan beni çekip alıyorlardı. Dünya ne kadar da maddeseldi.  Halbuki az önce öylemiydi? Bambaşka bir alemdeydim ben.  Bizim saraylarımızı düşündüm, Topkapı, Yıldız orada da böyle yarı çıplak taytla koştuğunuzu düşünsenize, birileri gelip sizi sopayla kovalardı sanırım.



Baha'nın çok oyalandık, sonra yine geliriz, söylemleri ile daha fazla oyalanmadan saraya doğru hızlıca yol aldık, saray da güzeldi (bu arada sarayda Viyanalıların meşhur sembolist ressamı Gustav Klimt'in resimleri var ayrıca dip not olarak düşeyim Atıl Kutoğlu'nun Osmanlı motiflerinden esinlenerek hazırladığı bir koleksiyonu burada Klimt'in eserleri ile sergilenmiştir) “iyi de bunun önünde havuz vardı güya nerede bu havuz” söylemi ile söylene söylene arka tarafına çıktık. Böylece havuzun da hâla varlığını koruduğunu çitlerin arasından uzanıp hiçbir yere gitmediğini görmüş olduk. Belvedere’in havuzlu tarafı da güzeldi ama beni iç kısmı kadar çekmedi. Fakat çıkış kapısına doğru yol alırken gördüğüm sararmış yapraklar bir kez daha beni benden aldı.  Yaprakların arasında bir müddet oturduktan sonra (bu arada kafama takıldı bizdeki yaprakları topluyorlar mıydı?) toplamda 1,5 saat sonrasında Belvedere’den çıkmayı başarmıştık. Çıkış kapısından çıktık, yolların kesiştiği bir noktadaydık, her yer raylarla örülüydü. İstasyon gibi bir yer olduğunu düşündüğümüz hemen karşımızdaki alana vardık. Opera binasının da olduğu ve pek çok tarihi mekana ev sahipliği yapan merkeze gidecektik.  Sol tarafta büyük bir Alman grubu vardı(sarışınlardı ben öyle sandım) Baha’ya onlara gideceğimiz yeri sormasını önerdim, her zamanki gibi reddetti. Yazılanlara bakarak bir şeyler anlamaya çalışıyordu ama tabela ansiklopedi gibiydi. Bir de İngilizce’nin ne denli önemli olduğunu burada anlamıştım her yer Almanca tabela ve yazı ile dolu olduğundan resmen şok geçirmiş gibiydim. Gözüm İngilizce arıyor ama bulamıyordu. Neyse ki 7sinden 70ine tüm halkı İngilizce konuşuyordu. Kocam henüz ne adamlara gideceğimiz yeri sormuş ne de ansiklopedi gibi tablodan neye bineceğimizi bulmuştu ki hemen dibimizde bir dönerci olduğunu gördüm, eşimi oraya doğru çekeledim baktım gelmiyor gittim camı tıklattım “kardeş biz merkeze gitcez neye binelim” dedim çocuk da “abla şuradan …nolu hatta bin opera binasının önünde in” dedi sağol kardeş dedim.  Eşim hoşlanmamış bir suratla bana baktı ama  daha sonrasında doğru hattı bulmasıyla, çocuğun dediği yere varmamız 10-15 dakika gibi bir süremizi aldı.   


Şehir merkezine vardığımızda hava iyice kararmıştı, ne de olsa sonbahardaydık ve akşam erken çöküyordu, hava hissedilir derecede sertleşti. Ama biz bu soğuğa fazlaca hazırlıklı gittiğimizden mi bilmem kaldığımız süre boyunca bizi rahatsız eden bir soğuk olmadı. Hatta havanın böylesine soğuk olmasından memnunduk çünkü bazı günler sabah 6’da çıkıp gece 12’de otele giriyorduk, ve sürekli yürüyüş halinde olduğumuzdan vücudumuz fazlasıyla ısınıyor ama soğuk hava bunu dengeleyip terlememizi engelliyordu.  Bir de 2.günden itibaren parlaklığını hiç yitirmeyecek olan güneşin de bu ısınma da etkisi olabilirdi(en azından psikolojik olarak)
İndiğimiz yerin hemen karşısında opera binası vardı, önündeki ekrandan dışarı yayın yapılıyor böylece sokaklardan klasik müzik dinletisine katılabiliyordunuz, nereye gittiğimize dair fikrimiz yoktu, bu akşam gelişigüzel gezecektik opera binasının sol tarafından meşhur StrasseBahnof’a daldık, etraf rengarenk mağazalarla ve kumarhanelerle doluydu. Köşe başlarında keman çalan gençler sayesinde canlı dinletiyi bir de burada dinleyebiliyorduk. Soğuğa rağmen cadde çok kalabalıktı. İnsan seli vardı demek sanırım abartı olmaz. En çok dikkat çeken unsur, Mozart figürleri ( resimleri, çikolataları, konserleri), Viyana Mozart’ı ticarete dökmüş ve bundan iyi de gelir elde ediyor. 

Cadde ışıklı süslemelerle donatılmış , bir müddet sonra devasa bir kiliseye ulaştık. Adının St. Stephan olduğunu öğrendiğim Kilise ciddi anlamda heybetliydi, içi ise üzerine boya kutusu devrilmiş gibi rengarenkti.  Kilisenin içinde bir süre kaldık bizim gibi turistler çoktu herkes flaşsız resim çekmeye çalışıyordu çünkü içeride ayin vardı. 





Dışarı çıktığımızda üzerlerinde bordo pelerinleri olan gençler etrafımızı sardı, ben ilk başta kiliseye yardım topluyorlar sandım ancak kısa süre sonra anlayacaktık ki Mozart Konseri için bilet satıyorlarmış. Türk olduğumuzu öğrenince yanımıza Bosnalı bir genç yolladılar. Çocuk bize biraz bozuk bir Türkçe ile bilet satmayı başardı. İnternet üzerinden bilet almadığıma sevindim (bu tecrübeyi Santorini’de edinmiştim, Santorini’de her şey internet üzerine göre daha ucuzdu) internette kişi başı 35 – 80 euro arası değişen bileti iki kişi 40 euro’ya satın aldık. Aslında biletin teki 39 euroydu ama yaptığım sıkı pazarlık sonucu (bak biz de Müslümanız, öğrenciyiz, iki garip gezginiz yap bir güzellik)  çocuk 2 sini 40 euroya verdi.  Biletin biri 39 euro diğeri 1 euroya geldi. Sanırım bu yüzden ne zaman bir şey alınacak olsa Baha beni de götürüyor  : ) biletlerimizi de aldıktan sonra ara sokaklarda gezinmeye devam ettik, içinde kocaman adamların olduğu bir havuza vardık, oradan sinagog olduğunu düşündüğüm bir yapıya ulaştık, sonra saatin epey geç olduğunu fark edip geri dönmeye karar verdik. Nasıl olsa yol yorgunluğu da vardı. 




 Caddeyi gerisingeri dönerken epey soğuk bir rüzgar esti,  azıcık ısınırız umudu ile H&M mağazasına girdik. 3 katlı H&M mağazası oldukça kalabalıktı. İçinde gezinince nedenini anladık, mağazada inanılmaz ötesi indirim vardı o kadar ki gördüğümüz etiketlere inanamadık. Türkiye’de en az 500-600 TL’ye alabileceğiniz kalitede kabanlar, montlar, 19, 39 euro gibi fiyatlaraydı. Biz buna inanmadığımızdan indirimin 19 - 39 euro olduğunu varsaydık. Bizle aynı montalara bakan 18-20 yaşlarındaki grubun Türkçe konuştuğunu duyunca durumun ne olduğunu sorduk çocuklar  “ağbi  üzerinde yazan rakam neyse fiyat odur”  dedi. İlk şaşkınlık anından sonra eşim şöyle dedi “hatun ne buldun al”  ancak uzun süre eşimin bedenine mont kaban vs bulmaya çalışmakla uğraştık ama ne mümkün, onun bedenleri tükenmişti, ben de yorgunluktan tükenmiştim. Baha boynu bükük halde (Baha o kadar üzüldü ki göbeğini eritmeye karar verdi) o önde ben arkada mağazanın alt katına bayan reyonuna indik (burada fiyatlar 5-35 euro arası değişiyordu kazaklar vs 5, mont kaban 35 euroydu) 5 saniyeliğine şöyle bir bakındım çok güzel şeyler vardı ama benim gözümü açmaya mecalim yoktu.  Israrlarım sonucu tramvaya gittik, 15 dakika sonra otelimizin 10 metre ötesindeki durakta indik. Resepsiyona iyi geceler diledikten sonra odamıza çıktık. Fakat 5 dakika sonra resepsiyona geri indik, ve resepsiyonistle çözüme varamayacağım bir tartışmaya girdim. Odada banyo terliği olmadığını ve banyo terliği istediğimi söylüyordum adam beni bir türlü anlamıyordu, eşim terliğin İngilizcesi ne diye düşünüyordu, öfkeyle slippers diye bağırdım (kursta bu saçma sapan kelimeleri ne öğretirler diye kızardım o an minnettardım), adam yine manasız gözlerle bakınca ayağımı kaldırıp terliği anlatmaya çalıştım. Banyodan sonra ayağıma giymek istiyorum biz öyle yaparız dedim. Adam şok geçirmiş gibi bakıyordu, “iyi de havlu var ya onu kullanmalısınız” dedi. Sonra derin bir nefes aldım ok, dedim. Kafamı toparlamaya çalıştım. Burasının Türkiye olmadığını anımsadım, (Türkiye’de 4-5 yıldızlı otellerde banyo terliği olduğu için burada da var olacağını düşünmüştüm ve kültür farkını unutmuştum) adamlar evlerinde ayakkabı ile geziyor, tabiî ki de terliği mantıksız bulacaklardı. Farklı kültürel yapı sonra kendi halime gülüp adama kibarca iyi geceler diledim. Banyo neyseki küvetliydi, içini sıcak su ve köpükle doldurup kenarına oturdum ve içinde sadece ayaklarımı dinlendirdim. Sonra adamın dediği gibi yapıp havluyu yere atıp (az önce ayakkabılarımla bastığım yere) ayaklarımı üzerinde kuruladım ayakkabılarımı geri giydim yatağa uzandım kafamı koymamla uyumam bir olmuştu.       













Pegasus her yerde  







2 yorum:

  1. Verdiğiniz bilgiler kapsamlı ve yararlı oldu. Ben başkaları ile paylaşmak makale zorunda kalacak . Avusturya'da gezi acentaları

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Elbette paylasabilirsiniz, yararli olduğuna sevindim.

      Sil