Zarif ve mağrur şehir: Viyana
Elimde, günlerdir bir türlü bırakamadığım İpek
Çalışlar’ın Halide'si, İpek Çalışlar, Halide’nin
sıtmaya tutulduğu geceyi anlatıyor:
“yüksek ateşten bitkindi, ayağının altındaki
toprak, etrafındaki ağaçlar sallanıyordu. Sıtma, Halide’yi yatağa düşürmüştü.
Ona Fatiş bakıyordu. Hastalık boyunca hayalinde Viyana’yı, oradaki mızıkaları,
Carmen operasını düşledi…”
İpek
Çalışlar’ın Halide’sinde tam da bu satırları okurken Viyana bana bir kez daha “gri”yi anımsatıyor belki bu sefer Halide’nin yakalandığı kötü hastalığın, düşman
işgalindeki ülkenin, yokluk ve çamurlar içindeki Ankara’nın etkisi var üzerimde
bilemiyorum ama Viyana benim için hep gri. Halbuki Viyana’da olduğum zaman
zarfında güneş batmadığı zamanlarda bir kez olsun ne yağmur yağdı ne de akşam
çökmesi dışında bulutlanma oldu. Tüm ışıltısına rağmen Viyana benim için yine
de gri. Belki de son yıllarda mevsimim değiştiği içindir. Yaz çocuğu olmama
rağmen, sonbahara âşık, kasıma hayran olmamdandır. Belki bunda “Kasım’da Aşk Başkadır” filminin de
etkisi olmuştur emin değilim. Ama eşime şunu dediğimi çok iyi biliyorum “kasımları sonbaharın en güzel yaşandığı
yerlerde olmalıyız. Düşünsene soğuk
kuzey rüzgarlarında, montlarımızın içine gömülürken, her an yağdıracakmış gibi
duran gökyüzünün altında elimizde şemsiyemizle kol kola girmişiz, ansızın
bastıran yağmurun altında bilmediğimiz sokaklarda deli gibi savruluyoruz, sence
de romantik değil mi?” “Üstelik bir şehrin en güzel renklere
büründüğü mevsimdir kasım”.
İlk
kasımımız için Viyana’ya bilet almama sebep işte bu duygulardı. Gerçi bir
önceki yazımda da bahsettiğim gibi seyahat yazıları ve gezi programları sağ
olsun gitmeme az bir süre kala Viyana konusunda oldukça isteksiz hale gelmiştim, neyseki 11 kasım 2011 sabahı 11 civarı
bindiğimiz uçağımız yaklaşık 3 saat sonra daha Viyana semalarına inerken
pencereden gördüğüm manzara hayranlık uyandırır nitelikteydi, şehir kalemle
çizilmiş ve parçalara ayrılmış içinde yeşilliğini de barındıran bir maketi
andırıyordu. Viyana Türkiye’den 1 saat geri olduğu için zaman bakımından
avantajlıydık, hava alanından bavulumuzu aldıktan sonra hemen bir turist
bürosuna gidip 16 Euro’ya 3 günlük Wien Card’ımızı aldık. (Bu kart İtalya’da 30
euro). Wien Card sayesinde Viyana’daki toplu taşıma araçlarının çoğuna ücretsiz
bazılarına ise indirimli binecektik. Turist bürosunun kartla birlikte ücretsiz
olarak verdiği ulaşım (ve tarihi yerler) haritasından gideceğimiz noktayı
aramaya koyulduk, havaalanından tren istasyonunu ya da metroyu bulmak pek kolay
olmadı, ben her zamanki gibi durup düşünmektense hareket etmeyi tercih ettim ve
önümüze çıkan iki yoldan birini(soldakini) seçtim. Sağdaki pek tekin
görünmemişti. Aslında eşime birine soralım demiştim ama o her zamanki gibi bunu
reddetti. Soldaki yola ilerlerken Türk olduğunu tahmin ettiğim 45 lerinde bir
abla (teni beyazdı bize çok benziyordu kafasında eşarbı vardı) bilet
makinasının önünden bana doğru gelip Almanca bir şeyler söyledi, tahminimce
benden yardım istemişti, ben de ona İngilizce “ı am sorrry, I don’t understoond
you, I am a tourist” deyince kadın İngilizce “sorry” dedi. “no problem” deyip
gülümseyerek gittim, durumumuz komikti eminim ki o da Türk’tü ama acelemiz
olduğundan bir de Türkçe açıklama yapacak vaktim yoktu. Baha aradığımız vasıtayı bulmuş, yeşil bir
aracın yanından bana sesleniyordu, araç daha çok hızlı trene benziyordu.
Nitekim CAT denilen hızlı treni bulduğumuzu kişi başı 11 euroyu ödedikten sonra
öğrenecektik. Halbuki seçmediğimiz diğer
yolda normal tren hattı varmış ve oradan binseydik, hiç para vermeden şehre
varacaktık. CAT’in özelliği hiçbir durakta
durmadan Wien Mit denilen noktaya kadar 16 dakikada gitmesi. Gerçi Wien
Card’ımızın hakkını yemeyelim, eğer o olmasaydı çok daha fazla para
ödeyecekmişiz. Wien Card müzelerden operalara kadar pek çok yerde indirim
sağlıyor hatta bazı müzelere kartla bedava da giriliyor. Gerçi ilginçtir bu
kartı buradan sonra yalnız 1 kez daha kullandık o da havaalanına dönerken
bindiğimiz trendeki görevliye göstermek için onun dışında Viyana’da toplu
taşıma ücretsiz gibi bir şey. Araçlarda biletlerinizi sokacağınız minik kutular
var ancak ne bizdeki gibi bir biletçi ne de trene ya da tramvaya binerken
önünden geçip biletinizi sokacağınız bir cihaz var hiç bir şey yok.
Gözlemlediğim kadarıyla tramvaya 30 kişi biniyorsa bunlardan 3ü kartını okutuyordu,
tahminime göre onlar da bizim gibi turistlerdi. Çünkü kartınızı aldığınız gün
bir kez okutuyorsunuz bir daha okutmanıza gerek kalmıyor. Gitmeden önce okuduğum seyahat yazılarında
herkes bu konuya değinmiş, biz aldık ama siz boşa bilet almayın diye
yazmışlardı. O zaman pek inanamamıştım ama gerçekmiş. Gerçi şöyle de bir efsane
var, güya biletçi günde 1 kez araçlarda gezip kontrol yapar biletsiz olana 300
küsur Euro ceza kesermiş, eşim de olayın kesinlikle bu yönde olduğunu söyledi. Yani siz siz olun Wien Card’ınızı ya da
biletinizi almadan toplu taşıma araçlarına binmeyin, hele de Türkseniz buna
daha da dikkat edin çünkü Viyanalıların sevdiği tek Türk orada yaşayan meşhur
modacımız Atıl Kutoğlu. Onun dışında Türklere karşı ciddi bir ırkçılık söz
konusu. Bu konuya “Viyana ve Türkler” başlıklı bir yazıda ayrıca değineceğim.
16
dakikada Wien Mit’e vardıktan sonra, inşaat halindeki bir metronun üzerinden
geçip karşı yoldan bir tramvaya bindik yaklaşık 5 dakika sonra Reinweg’de yani
otelimizin olduğu yerde indik. Haritaya göre otelimiz indiğimiz yere oldukça
yakındı, otelimizin tabelasını görmüştük ki hemen otelle aynı hizada
tabelasında şhnitzelleri dikkat çeken minik bir cafe gördüm. Otelimize yerleşir yerleşmez, (çantalarımızı
hemen odaya attık ve dışarı fırladık ) cafeye gidip cam kenarında dar ama şirin
bir masaya geçtik(tüm yolu ve caddeyi görüyordu bu yüzden o masayı
seçmiştim). Tezgahtaki adam Alman bir
bayandan sipariş alıyordu. Bayan siparişi verince Baha’ya Almanca bir şeyler
söyledi, eşim Almanca cevap verdi ama konuşmanın gerisini İngilizce getirince
adam da gülümseyerek İngilizce devam etti.
Bu arada ben bir yandan dışarı bakıyor bir yandan onlardan tarafa
bakıyordum ki birkaç saniyeliğine mutfak taraflarında tülbentli bir bayanın
olduğunu hayal meyal gördüm. Yazımın başında Viyana’da hiç buluta rastlamadım
hava hep güneşliydi dedim ama şimdi yazarken anımsadım ki ilk gün hava karanlık
ve griydi (demek ondan bende gri etkisi kalmış ). Baha siparişi verdikten sonra
masada haritamızı açmış yemekten hemen sonra nerelere gideceğimize bakıp yolu
anlamaya çalışıyorduk (Viyana’da istikamet ters) ki sipariş verdiğimiz ağbi
yanımıza gelip, suratımıza baktı, Baha’ya döndü “yav siz Türk müsünüz, benim
Türk olduğumu anlamadınız mı” dedi.
Sonrası malum vay ağbi sen neredensin sohbetleri, tesadüfe bakın bırakın
adamın Türk olmasını, adam Sakaryalı, Karasulu üstelik de doktor olan amcamızla
tanış çıktı. Doktor olan amcamız emekli başhekim olduğundan ve yazları
Karasu’da ikamet ettiğinden tanıyanı ve tanıdığı epey çoktur. Tabi bu tatlı
tesadüf Viyana’daki tüm günlerimizde Yunanlıların bizi taçlandırdığı gibi
bedava yemekle ödüllendirilmemize sebep oldu. Mutlu olduk, sevindik, mahçup
olduk. Ben seyahat yazılarından okuduğum
gibi hemen 2 şhinitzel bir de ortaya Viyanalılara has patates salatası
istemiştim. Patates salatasını önce pek sevmedim ama sonra tadı fena gelmedi. 2
şhinitzele ve 1 patates salatasına 10 euro para ödedik(bedava ikramlar bu
günden sonra başladı). Üstelik şhinitzel inanılmaz büyük 1 tanesi ile
kesinlikle 2 kişi doyar. Cafenin sahibi
haritada bize bir alan çizdi, sonra da “dükkandan çıkın sağa dümdüz yürüyün
300-400 m. Sonra solda Belvedere Sarayını göreceksiniz, sarayın içinden geçip
düz devam edin, diğer taraftan çıkacaksınız sonra haritanıza bakın nereyi
görmek istiyorsanız oraya doğru devam edin” dedi.
Daha cafeden çıkalı 100 metre olmuştu ki sağ
tarafımda duran pembe bir kilise ilgimi çekti ve resim çekmeye başladım, bu
arada bastonu ile yürüyen çok yaşlı Alman bir teyze gülümseyerek (resim çekeyim
diye üstün bir performansla kenara çekilmeye çalışıyordu) almanca “ileride Belvedere varken burayı mı
çekiyorsun” demiş. Demiş diyorum çünkü ben Almanca anlamıyorum eşim de gülümseyerek
Almanca karşılık verdikten sonra teyzeye iyi günler dileyip hadi dedi. Ben de
hevesim kırık makinem boynumda ama teyzeye gülümseyerek Belvedere doğru yol
aldım. Belvedere gidene kadar gördüğüm binalar oldukça hoşuma gitti. O
kadar ki 5 gün boyunca bitmek tükenmek bilmeyecek bir enerji ile
dolmuştum. Ancak Belvedere’in kapısından
girince gördüğüm bina hayal kırıklığı yaşattı “bu mu” dedim. Bizim dışımızda 2 kız vardı resim çekiliyorlardı biz
de çekildik, sonra binanın diğer tarafına geçmek için yanından dolaştık işte o
zaman anladım ki gördüğümüz kısım Belvedere değilmiş, Belvedere nazlı bir kız
gibi uzun ve görkemli bir bahçenin sonunda yanına gitmemizi bekliyormuş. Koşar
adım yürümeye başladım. Eşim müdahale etti.
Çünkü yanından geçtiğimiz ama benim Belvedere’e varmak için bakmayı akıl
edemediğim bahçe muhteşemdi.
Sağlı sollu heykeller, ağzından sular fışkıran
aslanlı havuzlarla doluydu. Ama beni en çok etkileyen sonbaharın her rengine
bürünmüş ağaçlardı. Sarı, kırmızı, kahverengi ve hatta soluk yeşil. Budanmış
ağaçların yanından bir müddet ayrılamadım, aralarında koştum oynadım, zıpladım,
oturdum. Bu kısmı epey uzatmış olmalıyım ki saraya vardığımda hava daha da
kararmıştı. Sarayla kapısından girdiğim nokta arasında en az 300 metre vardı, tam
ortasına vardığımda durdum bir dönüp saraya bakıyor sonra da dönüp ardıma geride
bıraktıklarıma bakıyordum. Havaya minnettardım, soğuktu, hafif esintiliydi,
bulutluydu, ağaçlar kırmızı, sarı ve kahveydi. Tam hayalimdeki sonbahardı, işte
o an biliyordum, tüm o aptal seyahat yazılarına, o yetersiz gezi programlarına
karşın o an biliyordum ben aşkımı, şehrimi bulmuştum. Bundan sonra aşk demek
sonbahar demek benim için Viyana demekti.
İlk baştaki aceleciliğimi bir yana atmış
Belvedere’e doğru özümseyerek, yavaşça ilerliyordum ki aklımda bir şiir ansızın
sözcüklere dökülüverdi :
“ ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden
Eteklerinde güneş rengi bir
yığın yaprak
Ve bir zaman bakacaksın semâya
ağlayarak…
Sular sarardı…yüzün perde perde
solmakta,
Kızıl havaları seyret ki akşam
olmakta”
Üstad
Ahmet Haşim’in de dediği gibi ağır ağır tırmanmakta fayda vardı. Zamanı
yakalayıp o anda esir etmek, keşke sonsuza dek mümkün olabilseydi. Sağa sola bakına bakına resim çekile çekile
yürüdük, dikkatimi dağıtan faktör belli bir alanda durmadan koşu yapan
insanlardı. Benim büyülü atmosferimi deliyor, içinde olduğum zamandan beni
çekip alıyorlardı. Dünya ne kadar da maddeseldi. Halbuki az önce öylemiydi? Bambaşka bir alemdeydim
ben. Bizim saraylarımızı düşündüm,
Topkapı, Yıldız orada da böyle yarı çıplak taytla koştuğunuzu düşünsenize,
birileri gelip sizi sopayla kovalardı sanırım.
Baha'nın çok oyalandık, sonra yine geliriz, söylemleri ile daha fazla oyalanmadan saraya doğru hızlıca yol aldık, saray da güzeldi (bu arada sarayda Viyanalıların meşhur sembolist ressamı Gustav Klimt'in resimleri var ayrıca dip not olarak düşeyim Atıl Kutoğlu'nun Osmanlı motiflerinden esinlenerek hazırladığı bir koleksiyonu burada Klimt'in eserleri ile sergilenmiştir) “iyi de bunun önünde havuz vardı güya nerede bu havuz”
söylemi ile söylene söylene arka tarafına çıktık. Böylece havuzun da hâla
varlığını koruduğunu çitlerin arasından uzanıp hiçbir yere gitmediğini görmüş
olduk. Belvedere’in havuzlu tarafı da güzeldi ama beni iç kısmı kadar çekmedi.
Fakat çıkış kapısına doğru yol alırken gördüğüm sararmış yapraklar bir kez daha
beni benden aldı. Yaprakların arasında bir müddet oturduktan sonra (bu arada
kafama takıldı bizdeki yaprakları topluyorlar mıydı?) toplamda 1,5 saat
sonrasında Belvedere’den çıkmayı başarmıştık. Çıkış kapısından çıktık, yolların
kesiştiği bir noktadaydık, her yer raylarla örülüydü. İstasyon gibi bir yer
olduğunu düşündüğümüz hemen karşımızdaki alana vardık. Opera binasının da
olduğu ve pek çok tarihi mekana ev sahipliği yapan merkeze gidecektik. Sol tarafta büyük bir Alman grubu vardı(sarışınlardı ben öyle
sandım) Baha’ya onlara gideceğimiz yeri sormasını önerdim, her zamanki gibi
reddetti. Yazılanlara bakarak bir şeyler anlamaya çalışıyordu ama tabela
ansiklopedi gibiydi. Bir de İngilizce’nin ne denli önemli olduğunu burada
anlamıştım her yer Almanca tabela ve yazı ile dolu olduğundan resmen şok
geçirmiş gibiydim. Gözüm İngilizce arıyor ama bulamıyordu. Neyse ki 7sinden
70ine tüm halkı İngilizce konuşuyordu. Kocam henüz ne adamlara gideceğimiz yeri
sormuş ne de ansiklopedi gibi tablodan neye bineceğimizi bulmuştu ki hemen
dibimizde bir dönerci olduğunu gördüm, eşimi oraya doğru çekeledim baktım
gelmiyor gittim camı tıklattım “kardeş biz merkeze gitcez neye binelim” dedim çocuk da “abla şuradan …nolu hatta bin opera binasının önünde in” dedi sağol kardeş
dedim. Eşim hoşlanmamış bir suratla bana baktı ama daha sonrasında doğru hattı
bulmasıyla, çocuğun dediği yere varmamız 10-15 dakika gibi bir süremizi aldı.
Şehir merkezine
vardığımızda hava iyice kararmıştı, ne de olsa sonbahardaydık ve akşam erken
çöküyordu, hava hissedilir derecede sertleşti. Ama biz bu soğuğa fazlaca
hazırlıklı gittiğimizden mi bilmem kaldığımız süre boyunca bizi rahatsız eden bir
soğuk olmadı. Hatta havanın böylesine soğuk olmasından memnunduk çünkü bazı
günler sabah 6’da çıkıp gece 12’de otele giriyorduk, ve sürekli yürüyüş halinde
olduğumuzdan vücudumuz fazlasıyla ısınıyor ama soğuk hava bunu dengeleyip
terlememizi engelliyordu. Bir de
2.günden itibaren parlaklığını hiç yitirmeyecek olan güneşin de bu ısınma da
etkisi olabilirdi(en azından psikolojik olarak)
İndiğimiz yerin hemen karşısında opera binası vardı, önündeki
ekrandan dışarı yayın yapılıyor böylece sokaklardan klasik müzik dinletisine
katılabiliyordunuz, nereye gittiğimize dair fikrimiz yoktu, bu akşam
gelişigüzel gezecektik opera binasının sol tarafından meşhur StrasseBahnof’a
daldık, etraf rengarenk mağazalarla ve kumarhanelerle doluydu. Köşe başlarında
keman çalan gençler sayesinde canlı dinletiyi bir de burada dinleyebiliyorduk.
Soğuğa rağmen cadde çok kalabalıktı. İnsan seli vardı demek sanırım abartı
olmaz. En çok dikkat çeken unsur, Mozart figürleri ( resimleri, çikolataları,
konserleri), Viyana Mozart’ı ticarete dökmüş ve bundan iyi de gelir elde
ediyor.
Cadde ışıklı süslemelerle donatılmış , bir müddet sonra devasa bir
kiliseye ulaştık. Adının St. Stephan olduğunu öğrendiğim Kilise ciddi anlamda
heybetliydi, içi ise üzerine boya kutusu devrilmiş gibi rengarenkti. Kilisenin içinde bir süre kaldık bizim gibi
turistler çoktu herkes flaşsız resim çekmeye çalışıyordu çünkü içeride ayin
vardı.
Dışarı çıktığımızda üzerlerinde bordo pelerinleri olan gençler
etrafımızı sardı, ben ilk başta kiliseye yardım topluyorlar sandım ancak kısa
süre sonra anlayacaktık ki Mozart Konseri için bilet satıyorlarmış. Türk
olduğumuzu öğrenince yanımıza Bosnalı bir genç yolladılar. Çocuk bize biraz
bozuk bir Türkçe ile bilet satmayı başardı. İnternet üzerinden bilet almadığıma
sevindim (bu tecrübeyi Santorini’de edinmiştim, Santorini’de her şey internet
üzerine göre daha ucuzdu) internette kişi başı 35 – 80 euro arası değişen
bileti iki kişi 40 euro’ya satın aldık. Aslında biletin teki 39 euroydu ama
yaptığım sıkı pazarlık sonucu (bak biz de Müslümanız, öğrenciyiz, iki garip
gezginiz yap bir güzellik) çocuk 2 sini
40 euroya verdi. Biletin biri 39 euro
diğeri 1 euroya geldi. Sanırım bu yüzden ne zaman bir şey alınacak olsa Baha
beni de götürüyor : ) biletlerimizi de
aldıktan sonra ara sokaklarda gezinmeye devam ettik, içinde kocaman adamların
olduğu bir havuza vardık, oradan sinagog olduğunu düşündüğüm bir yapıya
ulaştık, sonra saatin epey geç olduğunu fark edip geri dönmeye karar verdik.
Nasıl olsa yol yorgunluğu da vardı.
Caddeyi gerisingeri dönerken epey soğuk bir
rüzgar esti, azıcık ısınırız umudu ile
H&M mağazasına girdik. 3 katlı H&M mağazası oldukça kalabalıktı. İçinde
gezinince nedenini anladık, mağazada inanılmaz ötesi indirim vardı o kadar ki
gördüğümüz etiketlere inanamadık. Türkiye’de en az 500-600 TL’ye alabileceğiniz
kalitede kabanlar, montlar, 19, 39 euro gibi fiyatlaraydı. Biz buna
inanmadığımızdan indirimin 19 - 39 euro olduğunu varsaydık. Bizle aynı
montalara bakan 18-20 yaşlarındaki grubun Türkçe konuştuğunu duyunca durumun ne
olduğunu sorduk çocuklar “ağbi üzerinde
yazan rakam neyse fiyat odur” dedi.
İlk şaşkınlık anından sonra eşim şöyle dedi “hatun
ne buldun al” ancak uzun süre eşimin
bedenine mont kaban vs bulmaya çalışmakla uğraştık ama ne mümkün, onun
bedenleri tükenmişti, ben de yorgunluktan tükenmiştim. Baha boynu bükük halde
(Baha o kadar üzüldü ki göbeğini eritmeye karar verdi) o önde ben arkada
mağazanın alt katına bayan reyonuna indik (burada fiyatlar 5-35 euro arası
değişiyordu kazaklar vs 5, mont kaban 35 euroydu) 5 saniyeliğine şöyle bir
bakındım çok güzel şeyler vardı ama benim gözümü açmaya mecalim yoktu. Israrlarım sonucu tramvaya gittik, 15 dakika
sonra otelimizin 10 metre ötesindeki durakta indik. Resepsiyona iyi geceler
diledikten sonra odamıza çıktık. Fakat 5 dakika sonra resepsiyona geri indik,
ve resepsiyonistle çözüme varamayacağım bir tartışmaya girdim. Odada banyo
terliği olmadığını ve banyo terliği istediğimi söylüyordum adam beni bir türlü
anlamıyordu, eşim terliğin İngilizcesi ne diye düşünüyordu, öfkeyle slippers
diye bağırdım (kursta bu saçma sapan kelimeleri ne öğretirler diye kızardım o
an minnettardım), adam yine manasız gözlerle bakınca ayağımı kaldırıp terliği
anlatmaya çalıştım. Banyodan sonra ayağıma giymek istiyorum biz öyle yaparız
dedim. Adam şok geçirmiş gibi bakıyordu, “iyi de havlu var ya onu
kullanmalısınız” dedi. Sonra derin bir nefes aldım ok, dedim. Kafamı
toparlamaya çalıştım. Burasının Türkiye olmadığını anımsadım, (Türkiye’de 4-5
yıldızlı otellerde banyo terliği olduğu için burada da var olacağını
düşünmüştüm ve kültür farkını unutmuştum) adamlar evlerinde ayakkabı ile
geziyor, tabiî ki de terliği mantıksız bulacaklardı. Farklı kültürel yapı sonra
kendi halime gülüp adama kibarca iyi geceler diledim. Banyo neyseki küvetliydi,
içini sıcak su ve köpükle doldurup kenarına oturdum ve içinde sadece ayaklarımı
dinlendirdim. Sonra adamın dediği gibi yapıp havluyu yere atıp (az önce
ayakkabılarımla bastığım yere) ayaklarımı üzerinde kuruladım ayakkabılarımı
geri giydim yatağa uzandım kafamı koymamla uyumam bir olmuştu.
Pegasus her yerde
Verdiğiniz bilgiler kapsamlı ve yararlı oldu. Ben başkaları ile paylaşmak makale zorunda kalacak . Avusturya'da gezi acentaları
YanıtlaSilElbette paylasabilirsiniz, yararli olduğuna sevindim.
Sil