6 Kasım 2012 Salı

Roma'yı Sevmedim Çünkü


Not: başlamadan evvel resimlerle ilgili belirtmeliyim ki, bu resimler onca güzelliğin arasında seçilmiş üç beş fotoğraf değildir. Aksine ben tarihi eser kadar şehir fotoğrafı çekmeyi seven biriyimdir ve bolca resim de çekerim ama bu sefer şehri oldukça az çektim, çünkü içimde çekme dürtüsünden çok tiksinti dürtüsü oluşturdu. ve bu resimlerin hiç biri şehrin arka sokağı falan değildir, gayet  şehrin göbeğidir. Şehrin tüm binaları (tarihi eserleri hariç) lüks dükkanların olduğu bir kaç bina da hariç böyledir. Bunları da örnek olsun diye en son gün 10 dakika içinde çektim (yani 10 dakikada bunları çekiyorsam 7 günde neleri çekerdim siz düşünün). lütfen resimlere tıklayıp yakından inceleyin.

Bu sıralar oldukça yoğunum o yüzden bu sefer ki seyahat yazısı öncekilerden farklı olacak, önceki yazı yarım kaldığı gibi açıkçası Roma’yı yazılmaya da layık görmüyorum. Onun yerine Roma’yı neden sevmediğimi maddeler halinde anlatmaya çalışacağım. anlatıklarımın biri yanlışsa çıkıp söyleyin lütfen.  Roma’yı sevmedim çünkü:


1-Uçağım İtalya Havaalanına indikten hemen sonra havaalanında beni bekleyen eşimle buluştum,  daha sonra çok önceden parasını ödediğimiz ve bizi şehre götürecek otobüse binmeye gittik bu sırada (otobüs saatimize en az 20 dakika olmasına rağmen) eşim beni koşturuyor, ve dışarıdaki sağnak yağmur ve soğuk havadan dolayı üzerime kat kat giyinmemi söylüyordu. Ben iyi de nasılsa otobüsümüze bineceğiz ne var bunca şeye diye diretiyor, otobüsün kalkış saatinde dışarı çıkarız diyordum ki o beni inatla giydirip peşinden dışarı sürükledi. Önü arkası açık, neyseki yol geçtiği için tepemizin kapalı olduğu ama rüzgarı bol ve yağmur serpintili bir yerde yarım saatten fazla insan yığınlarının arasında bekledik. Üstelik rezarvasyonumuz ve biletimiz olmasına rağmen, ilk otobüse binemedik. 
Eşime nedenini sorduğumda “üç kağıtçı bunlar, düzen müzen yok” dedi. Hatta konuştuğumuzu duyan birkaç Türk  yanımıza gelip “bunlar bizden beter” dedi. Tüm o soğuk ve kaosun arasında büyük bir Fransız grup vardı onlar sayesinde çile dolu bekleyişimiz benim de onlara eşlik etmemle eğlenceye dönüştü. Gelen her otobüste oooooooooOOOooooo sesleri yapıyor bizimki olmadığı anlaşıldığında aaaaAAAAAaaaaa diye bağırıyorlardı bizle birlikte pek çok insan da onlara katılınca bir müddet sonra bir stad dolusu insan gibi ses çıkartmaya başlamıştık, bizi es geçen otobüslere el sallıyorduk hatta onlar da bize korna çalıyor insanlar karşılık veriyordu falan. Onlar da arada yılıp Michell diye sesleniyorlardı Michell anladığımız kadarı ile grubun lideri, rezarvasyonları o yaptırmış hatta bir ara ben de Michell diye bağırıp zavallı adama takılmaya başlamıştım.  Neyse ki tıkış pıkış dalmayı başardığımız otobüsün bir diğer sorunu şu ki, bagajlarınızı kendiniz yerleştiriyorsunuz, bu daha da kaos yaratıyor 40 bagajlık yere millet gelişi güzel attığından sonrakilere yer kalmıyor ve arabadan ilk inenler kendilerininkine ulaşana kadar üsttekileri yere fırlatıyor.
2-Otobüse bindikten kısa süre sonra anladık ki Roma’da çok ciddi bir trafik sorunu var. 25-30 kmlik yolu 2 saatte tamamladık, bu durum bizi öyle yıldırdı ki neşeli Fransız grubu bile bir müddet sonra sus pus oldu. Zaten trafiğin nasıl bir sorun olduğu şuradan belli, turiste Roma içinde araba kiralanmıyor. Trafiğe hakim olamazlar diye. Hatta Romalı olmayan İtalyanlara da kiralanmıyormuş.  Bunu bilmek bile aslında çok şey anlatıyor çünkü ciddi anlamda gelişmiş ülkelerde trafik sorunu olmaz çünkü ulaşım ağı çok iyi olduğundan insanlar araba kullanmaz. Roma’ya doğru giderken gördüğümüz binalarsa tam bir hayal kırıklığı pis, eski, bakımsız binalar herkesin suratı düşüyor, Roma’nın çok farklı olacağını umut ediyorum.
3-Ana durak Termini’de indik. Otobüs bir türlü gelmeyince, yürümeye karar verdik. Zavallı eşim benim bavulumla önde ben şemsiyeyi bir ona bir kendime tutuyorum. Dizimin üzerine kadar çizme var, ancak onlarda da bizdeki gibi alt yapı sorunu olsa gerek bazı yerlerde su göletleri oluşuyor ve benim çizmeler löp löp suların içinde, yolun ortasında otobüse rastlıyoruz. Otele vardığımızda çizmenin içini dışını, üzerimizdekileri  bırakın bavulum bile (nasıl olduğunu anlayamadığım  şekilde) su almıştı. İlk iş kıyafetleri bavuldan çıkarıp odanın orasına burasına asıyorum oda bir anda bit pazarına dönüyor ama moralimi bozmamaya çalışıyorum. Eşim sürekli olarak otobüs yağmurdan gelmedi heralde deyip duruyor. Moralimi dik tutmaya çalışıyorum. Yanımda 2 çift ayakkabım daha olduğu için mutluyum kuru bulduğum birkaç kıyafeti bulup giyiyor. Yağmurun hafiflediği bir vakit yemeğe gitmeye hazır olduğumu söylüyorum.
4-otelimizin lokasyonu iyi termini’ye pek uzak değiliz, durak hemen karşımızda gidip bekliyoruz ancak, otobüsler yine gelmiyor yağmur ve rüzgarın altında beklerken eşim yine söyleniyor “yağmurdan heralde” diye. Nitekim termini’ye varıyoruz fazla hareket etmek istemediğimizden hemen dibindeki McDonalds’a zıplıyoruz. Eşim tepsiyi alıyor yemeye başlıyoruz derken içeri sakallı bir amca daliyor, karşımdaki Japon turist çiftinin masasına yöneliyor kadından bir çığlık kopuyor ne olduğunu tam göremiyorum.  Ama Mc görevlilerinden hiçbir müdahale yok. Amca göz hizamdan çıkmış durumda derken önümdeki tepside bir el ve eşimin bağırtısı, amca patatesleri avuçluyor. Sonra durumu anlıyorum her masadan avuç avuç bir şeyler alıp ağzına atıp gidiyor. İşte o an moralmen çöküyorum hemen önümdeki hamburger kutusuna patateslerimin geri kalanını doldurup dışarı çıkıyor amcayı bulup paketi veriyorum. Amca paketi alıyor ardımdan bağırtışlı şeyler söylüyor eşime göre “içinde hamburger olmadığı için küfrediyormuş”. Kafamdan 2 şey geçiyor , birinicisi o açken ben yurt dışına tatile gelme lüksüne sahip olduğum için müthiş bir suçluluk duygusu, ikincisi böyle bir olayın olmasına Türkiye’de asla ve asla izin verilmeyeceği.  Havaalanından yola çıkıp da binaları görmeye başladığımdan beri hep aynı şeyi düşünüyorum “bu insanlar fakir”

5-Mc Donalds’tan çıkıyoruz, otele dönmek istiyorum. Alıcı gözle etrafa bakıyorum eşimin neden burası “zenci şehri” dediğini anlıyorum. Cidden etraf Nijeryalı, Angoralı zencilerle doldu. Neredeyse 1 metrede bir zenci var. Bir de Pakistanlı Hintli gibi duran Asyalı siyahi insanlar grubu var. Günler sonra anlayacağım ki Roma’da 3 büyük grup var:
a-çakma çantacı grubu: ilk saydığım zenci grubu
b-şemsiyeci grubu: ikinci saydığım siyahi grup
c-dilenci grubu:  bunlar İtalyanlar
ve bu üç grup ciddi anlamda ayrışmış kimse bir diğerinin işini yapmıyor. İtalyanlar dilenme işini kesinlikle diğerlerine kaptırmamış. Kabul etmeliyim ki ben ilk etapta Asyalı gruplardan ve zencilerden korkmuştum ama gördüğüm kadarı ile bu insanların bir şey satmaya çalışmak dışında kimseye zararı yok (gördüğüm kadarı ile diyorum altını çizerim).  Fakat başka türlü zararları var.
6- Şehirde ciddi anlamda büyük markalar var Via del Corsa gibi bir sokakta alışveriş yapmasanız da Prada, Guccci, Valentino, Hermes gibi mağazaların önünden defalarca geçesiniz geliyor ancak çok ilginç ve itici bir taraf var ki o da şöyle, çakma çanta satanlar tüm bu markaların önünde oturmuş çanta satıyor. Resmen şok geçirilecek bir durum. Çok çirkin bir görüntü, satmasın demiyorum satsın o da parasını kazansın ama tutup da o mağazaların önünde değil. Türkiye’de böyle bir şeyin olabilmesi mümkün mü asla değil. Üstelik bunu yüzlerce polis ve zabıtanın olduğu yerde rahatça yapabiliyorlar bu size çok şey anlatmıyor mu?
7-şemsiye satan gruba da lafım yok, onlar da satıp kazansın parasını ama döndüğünüz her delikte onlardan birine rastlayıp hayır demekten yoruldum bir haftada abartısız 80 kişi gelmiştir.  Halbuki ben rahatça şehri dolanmak vaktimi şehre ve tatile sarfetmek istiyordum.

8- Dilenci gruba gelince sanırım en çok bunlardan çektik. Adamlar resmen yakanıza yapışıp bırakmıyor. Üstelik o kadar çoklar ki, resim çekeceğim zaman bile adam kareye girip geliyor para diyor, kiliseye gireceğim para diyor.  Yani sürekli bir taciz var, bir müddet sonra mekanlara girme arzunuz bitiyor çünkü kapısında dilenci. Mekanları es geçmeye başlıyorsunuz. Dün en sonunda Pizza Nova’daki büyük kilisenin önünde dilenci ile kavga edip “I am not Christian  so I won’t give Money .ok.”diye bağırdım. Eşim sesime gelip ne oluyor dedi. Para istiyor dedim, “verme” geç niye muatap oluyon dedi. İyi de ben de öyle yapmıştım ilk önce para vermeyip sessizce resim çekmek için pozisyon alıyordum ki  bana doğru kalkıp geldi ben yine no dedim, makinayıo bir daha kaldırıp resim poziyonu almıştım ki dilenci bana sinirlenip boynundaki haçı sallamaya başlayınca kendimi “I am not Christian  so I won’t give Money .ok.” diye bağırırken buldum. Türkiye’nin tamamını ve tarihi yerlerini gezmiş biri olarak söylüyorum ömrümde böylesi tacizler yaşadığımı bilmiyorum. Geçen hafta tvde izlemiştim dilenci kadının biri İstanbul’da arap tursitlere sardırmış, polis yakaladı yaka paça götürdü. Roma’da dilenmek legal görünüyor, hükümet onlardan vergi alıyor bile olabilir. Çünkü dünyanın en turistik şehrinde,  -Rönesansın doğduğu yerde her şeyi geçtim Avrupa’da ve Avrupa Birliğine üye bir ülkede- binlerce polisin cirit attığı yerlerde bunlara müsaade ediliyor olmasının anlamı başka ne olabilir ki?
9-gelelim şehrin binalarına, sokaklarına, kaldırımlarına. Tarihi yapıları çıkardığımızda geriye çok ama çok kötü bir şehir kalıyor. Bütün binalar dökülüyor, tüm mağaza ve binaların üzeri sprey boyalarla yazılı, kaldırımlar berbat, hani filmlerde gizli taşlar olur o biraz ayrıktır onu itersin kapı açılır falan, aynen taşlar kaldırımlar ve hatta yollar öyle. Araba yolları zaten yamalık, bazı yerler bayağı bir oyuk, kaldırımlarda bavullarınızı rahatça sürüyün ya da engellilerin arabaları rahat insşin çıksın diye rampalı bitişler yok. 3 çift ayakkabımdan birini de bu kaldırımlar ve yollar sayesinde yitiridm yarın tamire götüreceğim. Yolların kötü olması dolayısıyla çok çabuk yoruluyorsunuz. Tabanlar ekstradan ve çabuk şişiyor. Sakarya bile Roma’ya bu açıdan büyük bir fark atar. Hani onlar AB ülkesi medeniyetin beşiği ya ondan Sakarya ile kıyaslıyorum. Yolları geçtim, adamların bakanlık binaları bile dökülüyor. Sıva dökükleri boya dökükleri bir yana bir de pislik içinde yüzüyor tüm binalar. Bayrakları da pis kimi solmuş gitmiş. Arkadaş arada yenisini yaptır taktır yok. İşte bu noktada insan Tayyip Amca’nın eline eteğine kapanmak istiyor. Belli ki Berlusconi paraları hatunlara yedirmekten binaya ya da şehre yatırım yapamamış, yazık. AKP hükümeti şehirlere yollara binalara yeni yapılara yatırım yapıyor, görüntüye önem veriyor.

10- Binaların bakımsızlığından başlamışken, temizlik konusuna değineyim, şehir çok pis. Yollar pis, kaldırımlar pis her yer çöp. İtalyanlar çok sigara içiyor ve bitince hemen yere fırlatıyor. Halbuki çok fazla çöp tenekesi ve sigaralık var etrafta geçerken yanlarından masus bakındım içlerinde 1-2 izmarit vardı. Türkiye halkı bu konuda daha özverili o çöplüklerin yanında içen çok insan görürsünüz ülkemizde. Tuvaletleri ekstradan pis, oldukça lüks bir yere gidiyorsunuz wcye gitmeniz gerekiyor, klozetin üzerinde kapağı yok taşın üstüne oturmalısınız, bir de pis olduğundan oturamıyorsunuz tabi. İnanın birkaç sefer gezimizin ortasında otele dönüp wcyi kullanıp tekrar gezimize döndük. Böylece en az 1 saatiniz kayıp oluyor. Wc si düzgün olan Piazza Novana’da 1 restaurant vardı, bir de İspanyol merdivenlerinin yanındaki McDonalds vardı. Gerisi lüks ama pislik içindeydi. Üstelik sıvı sabunlukları da genelde boş. Islak mendilleri zaten yok. Roma’daki hiçbir büfede ıslak mendil satılmıyor bir gün sıvı sabun bulup da elimi yıkayamadığımdan, kolanyaları da yok ve saatler süren gezi boyunca hiçbir büfede ıslak mendil olmadığından sonunda geziyi kesip Termini’ye gittik ve büyük marketten 2 paket 80 lik ıslak mendil aldık.
11- Şehirciliğin ne denli kötü olduğunun en büyük örneğini 2 akşam önce yaşadık. O olayı görmeden evvel de zaten kendi kendime düşünüyordum, bu şehir de hiç “özürlü” vatandaş yok mu diye. Çünkü etrafta hiç görmedim adamlar sokak hayvanlarını toplatıp katlettikleri gibi onları da yok mu etmişler diye kötü bir düşünce ilişmişti kafama hemen kovaladım. Neyse 2 akşam önce belediye arabasına bindik, tekerlekli sandalyede bir kız vardı. Onu gördüm farklı bir boyuta geçtim zaten o ayrı.  Onu görünce hemen kapıyı incelemeye başladım. Kapıda rampa  yoktu, inip kalkıyormuş gibi bir hali de yoktu. Düştüm onun derdine, eşimle onu konuşuyorduk “merak etme inip kalkan sistem vardır” dedi. Aynı yerde indik hemen gitmedim baktım bir kadın vardı o indirmeye çalışıyordu hiçbir sistem yoktu hemen eşime seslendim el attık, bir de bir amca indirdik kızı aşağı. Hatta tesadüfen dönüşte de bizden sonra bindiler başka bir yerden  kadın önce arabaya binip yardım istedi sonra insanlar el attı da öyle kaldırdılar sandalyeyi arabaya. Durak otobüs göre çok alçakta. Diyeceğim o ki Türkiye bu konuda ileri boyuttadır. Bazı araçlarda rampa bazılarında otomatik sistem vardır. Sonra bir örnek daha tek bir kör kadın gördüm ama epey görüyor gibiydi (çok şükür), trafik lambasına yeşil için düğmeye bastı, dinledim lambayı konuşacak mı diye ne yazık ki hayır konuşmadı. Ve binlerce kere daha şükür ki Türkiye bu konuda da ileridedir. Bizdeki trafik lambaları yeşil yandı geçiniz diye konuşur. İşte bu iki olay etrafta neden özürlü görmediğimin cevabıydı çünkü özürlüler, birine muhtaç edilmiş ve eve bağımlı kılınmış bugün Türkiye’deki körler tek başlarına facebook kullanıyor.
12- Roma’nın her tarafında her şey için kuyruk var bazen kuyruk abartısız binleri buluyor (Vatikan için durum buydu). Galeriye gireceksin kuyruk, dondurma alacaksın kuyruk, şapele gireceksin kuyruk, müzeye gireceksin kuyruk, wcye gideceksin kuyruk, resim çekeceksin kuyruk, küfür edeceksin kuyruk J. Yani paramla nasıl rezil olurumun cevabı burada yatıyor sanırım. Hiçbir yere girmedim çünkü 3 saat kuyrukta dikeldikten sonra insanın  bir yer görecek hali falan kalmaz. Adamlar her yeri paralı yapmış dolayısıyla kuyruklar alıp başını gidiyor. İnsanın dini mekanı bile paralı olur mu arkadaş? Tursitten bu denli para kazanıyorlar ama şehre en ufak bir yatırım yok. Hayır turist olarak bana yatırım yapmasından bahsetmiyorum şehre biraz yatırım yapsın yazık günahtır. Halk resmen aç. Bu arada tabi havaalanında da müthiş bir kuyruk buna hadi neyse diyecektim taaki İsrail, ABD ve United Kingdom vatandaşları için yapılmış özel kısımları görene kadar. Yani AB ülkeleri ve İngiliz, İtalyan, İsrail vatandaşlarına sıkıntı yok ama bizim gibi ülkelere sıkıntı var. Bu aslında Roma’da neden çok fazla Yahudi var sorumun da cevabı olabilir.
13- ha bir de adamlar müsrif, tüm çeşmeler durmadan akıyor, tıpa mıpa yok. Bir an suyu geri mi dönüştürüyorlar diye korkunç bir düşünceye daldım o yüzden hiçbir çeşmede su içmedim. Ya da ey pis halk bakın her yerde su var ellerinizi bari yıkayın mı demek istemişler onu da bilemedim. Sebil iyidir yaptırandan Allah razı olsun da müsrfilik de günahtır be kardeşim.
Toparlayacak olursak tarihi eserleri kesinlikle görülmeye değer, çok güzeller sonuçta Antik Roma’dan kalmadır. Ama şehir olarak Roma oldukça kötü bir şehir. Gördüğüm en kötü Avrupa şehri. Şehircilik açısından bırakın Avrupa’yı Sakarya’nın yarısı olamaz (hele de Türkiye’nin en temiz şehri ödülüne sahip olduğumuzu düşünürsek). Belediyecilik diye bir şeyi zaten yok, toplu taşıması sıkıntılı, yolları, kaldırımları, düzeni, her şeyi kötü. Şehirdeki onca taciz, sıkıntı beni alakadar etmez ben tarihi eserlere meraklıyım diyorsanız buyurun gidin. Ama bence Roma demek paranla rezil olmak demek. 

15 Ağustos 2012 Çarşamba

Budapeşte 2 - Şiir Gibi Bir Şehir











Merkeze vardığımızda sağ tarafta bir kilise gözüme çarptı, sol tarafta ise uğruna nice kanların döküldüğü Tuna vardı. Her zaman yapmayı tercih ettiğim şeyi yaparak eşime “suyun kenarından yürüyelim” dedim.  Çünkü ne kadar kaybolursanız kaybolun, içinde denizi, nehri olan bir şehirdeyseniz, hedefiniz deniz kenarı ya da nehir olursa ulaşım ağının ve merkezin yakınlarındasınız demektir. Bu İstanbul’da çok yaptığım bir şeydi, yeni yerler keşfetmek için bilmediğim sokaklara dalar sonra o sokaklardan denizi hedef alıp yürürdüm böylece bir şekilde aynı noktaya ulaşırken diğer yandan yeni yerler görmüş olurdum.  Üstelik Tuna Nehri öylesine güzel görünüyordu ki, eşim de derhal bana uydu, büyük bir coşku ile yolun aşağısına indik bu sırada yola indiğimizi gören arabalar epey uzak olmalarına rağmen hemen durdular. Sonuçta Viyana’dan farklı olsalar da onlar da Avrupalı ve bildiğim kadarı ile Avrupa’da trafik cezaları oldukça yüksek (sadece maddi anlamda değil psikolojik yaptırımının da çok ağır olduğunu biliyorum özellikle Alman ırkında öyle). Nehrin iki kenarına dizilmiş olan şehir cidden enfes görünüyordu. İşte Viyana’da olmayıp da Budapeşte’de olan en büyük artı da buydu. Viyana’da nehir, şehrin dışında oysaki Budapeşte’de tam ortasında. Ve Budapeşte şehri buna göre dizayn edilmiş. Nehrin sağı solu tarihi eserler, görkemli kiliseler ile donatılmıştı. Bir yandan kitapçıktaki resimlere bakıyor diğer yandan nehrin üzerindeki köprüleri inceliyordum ki eşim hedefimiz olan meşhur aslanlı köprüyü bulduğumuzu (o an epey ilerideydi ama o olduğunu anlamıştı) söyleyince, inanamamazlık duygusu ile köprüye doğru neredeyse koşar adım yürüdük.  Yanına vardığımızda cidden onun aslanlı köprü olduğunu gördük ancak işin komiği sol tarafımızdaki köprüye bakınmaktan sağ tarafımıza bakmıyorduk sonra bakınca anlayacaktık ki asıl sürpriz sol taraftaki köprü değil sağ tarafımızda bizi bekleyenlerdi.

Çünkü sağ tarafımızda benim kendime hedef olarak seçtiğim tarihi füniküler ve Gellert Tepe’si vardı. Üstelik tahmin ediyordum ki diğer hedef mekanlarım da o tepedeydi. Ve tepeyi görmemizle birlikte anlamıştım ki biz Peste’de değil Buda’daydık. “Buda” tarihi kale bölgesi olarak geçiyor, Peste biraz daha modern olan taraf, o yüzden ben Buda’yı görmek istemiştim. Aslanlı köprüde yeterince resim çekildiğimize karar verdikten sonra önünde uzun bir turist kuyruğu olan 1870 yılında kullanıma açılan tarihi fünikülerin önüne gidip beklemeye başladık ancak mizacen “beklemeye tahammülü olmayan bir insan” olduğumdan 3 dakika sonunda kuyruktan çıkarak her zaman yaptığımı yaptım. Ve sol taraftan yukarı doğru tırmanan insanların peşine takıldım.


İyiki de öyle yapmışız yeşilliklerin arasından pek yorulmadan ve hatta o sırada bir de elimizde meyve vardı onu yiyerek grubun peşinden yukarı çıktık, fünikülerin inip çıktığı yolda birkaç kez durup her kademede aynı manzaranın nasıl göründüğüne baktık, cidden güzeldi. Tuna Nehri’ne ve Buda ile Pest’i birleştiren Aslanlı köprüye yukarıdan bakmak hoş. Bu manzarayı defalarca farklı kademelerden çektik. Gellert Tepesi’nde cidden yok yoktu.  Tarihi Hisar, Özgürlük Anıtı, Gellert Anıtı, Balıkçılar Kalesi, Matthias Kilisesi, İskenderiye Sarayı ve Lordlar Sokağı. Hangisine daha çok hayran kaldım bilmiyorum sıralama yapsam 1.sıra da Matthias Kilisesi, 2.sırada Balıkçılar Kalesi 3.sırada Lordlar Sokağı 4.sırada da isminin ne olduğunu bilmediğim masal şehirlerindeki sarayları andıran yapı sonra da İskenderiye Sarayı gelir sanırım.
Daha önce devasa yapılar görmeye alışık olmadığımdan sanırım Viyana’daki St. Stephan’dan sonra Matthias Kilisesi beni çok etkiledi, öyle ki kiliseyi tek bir kareye sığdırabilmek için defalarca resim çekmek zorunda kaldım.  Ama St. Stephan’ın aksine dışı daha renkli olduğundan ve enine daha geniş olduğundan mı bilmem ben Matthias’ı daha çok beğendim.  Fakat ne yazık ki içine giremedik. Bu arada bildiğim kadarı ile kiliseye giriş ücretli ama belli saatlerde girilebiliyor, istediğiniz her vakit giremiyorsunuz.  1895 yılında Balıkçılar Loncası için inşa edilen Balıkçılar Burcu(kalesi) ise tıklım tıklım tursit dolu, çünkü burcun manzarası o kadar enfes ki insan oturup da manzarayı mı seyredeyim yoksa resim mi çekeyim karar veremiyor. Ama ben ne yaptım size söyleyeyim burcun kenarına oturup, bir şarkı tutturdum, seçtiğim şarkıyı bilinçli seçmemiştim. Ama burçtan Tuna’ya bakınca insan farkında olmadan  ağzından bunlar dökülüveriyor:

“Tuna Nehri akmam diyor,
Kenarımı yıkmam diyor,
Ünü büyük Osman Paşa
Pilevne’den çıkmam diyor”
Bilinçaltından olsa gerek, yoksa ben milletlerin kardeşliği ve hümanizmden yana bir insanım. Verseler de kimsenin vatan toprağını istemem.

İskenderiye Sarayı(solda) bizde ilginç düşünceler uyandırdı.  Çünkü saray Macar Devlet Başkanının ikamet ettiği yer ve öyle elini kolunu sallaya sallaya girmek cidden ilginç geldi. Elbette sarayın içine girebiliyor değildik ancak bahçesinde kenarında bulunduğu arazi de her yerinde dolanmak serbest, üstelik biz gittiğimiz de müzikli bir de resmi tören gibi bir şeye denk geldik oldukça hoştu epey izledik. Videoya da çektik, sonra hep beraber alkışladık ve yolumuza devam ettik. Yine her yanı ağaçlarla kaplı, basit ama şık tarihi yapıların olduğu binalardan geçtik. Matthias Kilisesi ve Balıkçılar Burcu’nu da geçtikten sonra adının ne olduğunu bilmediğim kaleye çıktık.

Kalenin balkonlarından biri cafe yapılmıştı orada dinlenip manzaraya karşı bir şeyler yeriz dedik ama yer olmadığından gerisingeri dönüp kilisenin yanından çıkarak Lordlar Sokağı’na doğru devam ettik. Bu arada belirtmek isterim ki kilisenin hemen dibinde Hilton yer alıyor. Ve Hilton Budapeşte’de (emin değilim ama hatta Macaristan’da) 1 taneymiş, ve yer olarak burayı seçmesi sanırım pek çok şeyi anlatıyor. Adamlar ortaçağ kentinin içine otel kurmuş. 

Lordlar Sokağı temiz, güzel, konforlu ve şık görünüyordu. Bu evler 1950’den sonra kurulmuş olmalarına rağmen evlerin önleri yani sokağa bakan yüzleri ortaçağ tarzında yapıldığı için bölge ile bütünlük oluşturuyordu.  Bu sokakta özellikle Buda Kale labirenti’nin başladığı 9 numara, Gotik Süslü 31 numara ve Telefon Müzesi dikkat çekici binalar arasındaydı. Ayrıca anladığımız kadarı ile pek çok devletin de elçilik binası vardı. Özellikle İsviçre’nin binası kendini gösteriyordu ki buna hiç şaşmadık İsviçre gibi zengin bir ülkenin elçiliği de tabiî ki de böylesine tarihi bir noktada ve böylesine şık olacaktı. Lordlar sokağının sonuna vardığımızda eşime kesinlikle geldiğimiz yoldan dönmeyeceğimi önümüzdeki yola devam etmemizin daha akıllı olacağını söyledim. Önümüzde ki yol bilinmez olsa da yeni maceralara açıktı halbuki arkadaki yolu zaten biliyorduk. 

Hem bayır aşağı inecektik hem de hedef Tuna’ydı. Bir şekilde bulurduk. Geçtiğimiz yollar insandan yoksundu, bu da turistik bölgeden epey uzaklaştığımızı gösteriyordu ama hoş sokaklar, evler gördük.  Nehir kenarına gitmek yerine iç bölgeye doğru epey açıldığımızı fark edince bir merdivenin başından nehri görmeye koyulduk sonra yönümüzü o tarafa çevirdik. Sanırım cumartesi günüydü, erken olmamasına rağmen geçtiğimiz yollar bomboştu, Gözümün önünden Will Smith’in “I am legend”(Ben Efsaneyim) filmi geçti. Yüzlerce metrelik alanda bir sürü ev araba canlı olaraksa eşim ve ben vardık. Hayvan namına da bir şey yoktu, nice sonra bir tane kedi görüp hem sevindim hem şaşırdım çünkü Viyana’da bir tane başı boş hayvan yoktu. Budapeşte’de de pek varmış gibime gelmedi. Epey zaman sonra nehri yakından görmeye başladık, insanlar da tek tek ortaya çıkmaya başladı. Avm’ye benzeyen bir yapının içindeki bir markete girip kendimize birkaç çikolata ve pastadan oluşan yolluk aldıktan sonra hemen marketin yanındaki kafeye girip bir şeyler söyledik. 

Baha her zamanki gibi tedbirli davranıp bildiği bir şey söyledi (pizza) ben ise yeni olan her şeye merakım olduğundan içindeki malzemelerini okuyarak ne olduğunu bilmediğim bir şey sipariş ettim, sonuç mu ilginç ama memnun kaldım. Hem tatlı hem hafif bir ekşi(nar ekşisiydi), hem peynir ama sanırım tofuydu, hem tavuk hem hamur bir aradaydı. Buradan sonra şehrin içine fazlaca dalmadan alçak irtifada sağa sola bakınarak “ben buradan bir daha geçmem” dediğim istasyondan otobüsümüzün bizi beklediği yere geri döndük. Akşam olmuş, hava kararmış, nerdeyse durmadan yürümüş yorgunluktan bitmiştik ama eşimin bana bakıp “iyi ki burayı görmüşüz çok güzeldi” demesi her şeye değdi.  Oysaki ne opera binasını görebilmiştik, ne Kahramanlar Meydanı’nı ne Gellert Hamamlarını ne de Macar Ulusal Galerisi’ni. Aslında daha sayılamayacak kadar çok yer var.  Ama ileride Budapeşte’yi kapsayan bir seyahat yapmaya karar verdik (Bu bize tecrübe oldu). Çünkü zenginliği ile tüm opera evlerine rakip olarak inşa edilmiş olmasına rağmen biletleri sadece 1 tl olan devlet opera evinde bir konsere ya da gösteriye katılmadan gitmek bence ciddi anlamda büyük bir kayıp, üstelik şehrin gece görünümünü görmek bile başlı başına bir gidişi daha hak ediyor. Size tavsiyem Viyana Bratislava Budapeşte gibi bir tur düşünürseniz Budapeşte’yi merkez alın çünkü havayolları da trenleri de otelleri de her anlamda Viyana ve diğer Avrupa şehirlerine göre çok çok ucuz.  



   

13 Ağustos 2012 Pazartesi

Budapeşte 1- Şiir Gibi Bir Şehir





Hatırlarsanız “Viyana Büyük Yanılgı” başlıklı yazımda Budapeşte’ye gitmek isteme sebebimi yazmıştım.  Viyana için gerekli hazırlıkları bitirdikten hemen sonra erasmus öğrencilerinin sayfalarını kurcalayarak Budapeşte için ucuz ulaşım yolu ararken Orange Way denilen bir firma buldum.  Erasmusçular sağ olsun, ciddi bir tasarruf yapmamızı sağladılar. Eğer Orange Way olmasaydı, Viyana’dan trenle gitmek zorunda kalacaktık ve tren ücreti iki kişi gidiş dönüş yaklaşık 400-450 liraya yakın bir fiyat tutuyordu. Halbu ki Orange Way ile iki kişi gidiş dönüş yaklaşık 7600 HUF gibi bir fiyat ödedik (Türk lirası olarak da yaklaşık 60 Tl). (1 liraya 126 Huf alıyorsun, 199 Huf’a güzel tablot bir çikolata alabiliyorsun)bunda otobüs firmasının Macar firma olmasının ve Macaristan’ın Avusturya’ya göre çok daha ucuz olmasının etkisi var. Malumunuz olduğu üzere Macaristan, Sovyetlerin meşhur demir perde ülkelerinden biriydi, yani Komünizm ile yönetiliyordu bu yüzden fiyatlar diğer Avrupa ülkelerine göre biraz daha aşağıda. Hatta eskiden çok daha ucuzmuş ancak Avrupa Birliğine girdikten sonra diğer Avrupa ülkelerini yakalayabilmek için fiyatlar yukarı çekilmek zorunda kalmış. İnsan Viyana’dan sonra Budapeşte’ye geçince (ve tabi benim gibi tarihçi de olunca) gördüklerine inanamıyor. Bir zamanların Avusturya – Macaristan İmparatorluğu, 1. Dünya Savaşı ile dağıldıktan (ve Macaristan demir perde ülkesi olduktan sonra) nasıl bu denli farklı iki ülke olabilmiş? Düşünsenize ikisi de Avrupa topraklarında yüzyıllarını birlikte geçirmiş, ikisi de aynı hamurla yoğrulmuş olmasına rağmen sadece 100 yılcık kadar kısa bir sürede bu denli farklılaşabilsinler, cidden bu deneyimi görmek inanılmazdı.

Öncelikle şunu belirtmek isterim ki Budapeşte’de yalnızca bir gün geçirdiğimizden görebildiğimiz yerler de oldukça azdı. Yani öncekilerin aksine bu sefer gezgin değil turistik. Viyana’da 2. Günümüzün sabahı oldukça erken bir saatte internetten satın aldığımız biletin üzerinde yazan yere (Praterstain civarı bir yerdi) giderek, otobüsümüzü bulmamızla Budapeşte yolculuğumuz başladı. Otobüsü bulana kadar kafamda acabalar vardı, cidden böyle bir firma var mı, burada mı, bulabilecek miyiz diye çok düşündüm. Çünkü bileti Macarca bir sayfadan satın almıştık, tek kelime de anlamamıştık. Üstelik 400-450 civarı bir şey yerine 60 tl ödemek de ilginçti, bir şeylerin yanlış olduğunu düşünüyorduk. Ama yanlış olmaması için dua ediyordum çünkü eşim Macaristan macerasına bulaşmak istememişti, onu resmen zorladım.  Bir de bir tavsiye eğer bir yerden otobüsle başka bir yere gidecekseniz muhakkak 1 gün evvel gidip yeri bulun, bizim gibi otobüs saati gidip yer aramayın, otobüsü kaçırma ya da bulamama ihtimaliniz çok yüksek.


İsmi gibi portakal rengi olan otobüsü görünce inanılmaz sevindim, şoför kapıda pasaport kontrolü yapıyordu, Avrupa Birliği vatandaşıysanız kimliğiniz yeterli ama bizim gibi turistseniz schengen istiyor, her hangi bir schengen yeterli Viyana için schengenimiz olduğundan sorun yok, koltuklarımıza yerleşiyoruz. Yaklaşık 3 saat sürecek bir yolculuk sonrası sabah 10 civarı Budapeşte’ye varıyoruz. Yol boyu dikkatimi çeken şey, Viyana’dan çıktıkça sanayinin baş göstermesi sonrasında kmlerce (kartpostal tadında) irili ufaklı köylerin varlığı ve uçsuz bucaksız alabildiğine uzanan doğa. En inanılmazı arada sınır kapı vs olmayışı, öyle elini kolunu sallayarak başka ülkeye geçiyorsun, Avrupa Birliği’ni isteyelim ya da istemeyelim ayrı bir konu ama şunu bilin ki bu muhteşem bir lüks. Düşünsenize bisikletinizle bile geçebilirsiniz. Ama bu tatlı mutluluk otobüsün vardığı son noktada bir anda sonlanıyor. Neden bilmem şehrin merkezinde indirileceğimizi düşünmüştüm oysaki adam bizi koca bir stadın yanında herkesle birlikte indirdi. Otobüsü de oraya park etti. Dönüşte de bu noktadan binecektik. Gideceğimiz yeri nasıl bulabileceğimizi bilmiyorduk, ben elimdeki kitapçıktan resimleri gösterdim, adam tek kelime İngilizce bilmiyor, Macarca anlatıyor da anlatıyordu. Biz ona bakıyoruz o bize, adam İngilizce ifade edemediği için sıkıntıya düşmüştü, sonra ben asıl daha önemli bir sorunu fark edip eşime dönüyorum “iyi de burası neresi ”?  Eşim sorunu anlamıyor “Budapeşte” diye yanıtlıyor, “onu sormuyorum burası yani indiğimiz nokta, dönüşte burayı nasıl bulacağız diyorum” . Eşim koca bir of çekiyor, belli etmemiştim ama ben de oldukça gerilmiştim. Adama sorduk ama adam soruyu anlamadı anladıysa da onun anlattığını yine biz anlamamıştık. Sonunda her zaman yaptığımı yapmaya karar vererek adama teşekkür edip eşimi adamın yanından uzaklaştırdım ve herkesin gittiği yöne gittim, merdivenlerden yerin altına indik. 
Burası Viyana gibi tekin görünmüyordu biraz yürüdükten sonra tren istasyonuna vardığımızı gördüm. Nereye gideceğimizi bilmediğimden 2 tane görevli amcaya resimleri gösterip neye binmemiz gerektiğini sorduk onlar da İngilizce bilmiyordu ama şoför ağbiye oranla az da olsa bir şeyler söylemeyi başardılar.  Bu arada tepemizdeki levhaya bakıp not alarak nerede olduğumuzu ve dönüşte nereye varacağımızı öğrenmiş olduk. Uzun bir bilet kuyruğundan sonra trene binebildik. Tren kesinlikle komünist dönemden kalmaydı. Rengi tamamen gri, üzeri yazısızdı sadece her bir vagonun üzerinde numaralar vardı. Kendimi garip şekilde yitik hissettim, gözümün önüne toplama kampına götürülen insanlar geldi. Trenin içindeki oturma yerleri cam kenarında dizilmiş uzun sedirler şeklindeydi.  Ayakta çok insan vardı, insanlar garip şekilde bize bakıyordu sanırım elimizdeki Budapeşte kitabından ötürü turist olduğumuzu anlamışlardı. 
Trenin resmini çekmek için yanıp tutuşuyordum ancak ciddi anlamda ürktüğümden ve eşim de hayır dediğinden çekemedim. (Üstelik duraklarda dururken ani ve şiddetli duruşlar yapıyor, uzaya mekik fırlatılıyormuş gibi bir sesle duruyordu.)  Viyana’da ulaşım araçları asla dolu değildi, insanlar hep oturuyordu ya da keyiflerinden ayakta durup sohbet ediyorlar koltuklar boş oluyordu. Viyana trenlerinde her koltukta uçakta olduğu gibi dergiler gazeteler vardı, insanlar okuyup geri asıyordu. Ben ilk anlarda Macaristan’ı da Viyana gibi beklediğimden sanırım şok geçirmiştim. Amcaların bize söylediği noktaya vardığımızda (15-20 
dakika sürdü) trenden indik ve daha önce hiç görmediğim kadar dik merdivenlerden yukarı tırmandık. O kadar dikti ki düşmemek için eşime tutundum ve büyük bir kararlılıkla “ben bir daha buradan geçmem” dedim eşim de gülerek “olur sen yürüyerek dönersin” dedi.  Trene bindiğimiz yerle indiğimiz yer birbirinden oldukça farklıydı, burası çok daha modern, duvarları güzel resimlerle süslenmiş bir istasyondu. Üstelik merdivenlerin o kadar dik olma sebebi de istasyonun Tuna Nehri’nin altında olmasıymış, bu da ben de bir vauuv duygusu yarattı. İstasyondan yukarı çıkıp da şehre ayak basınca koca bir oh çektim, nerede olduğumuzdan emin değildim ama nihayet bir merkeze varmıştık.

8 Ağustos 2012 Çarşamba

Viyana 3 - Zarif ve Mağrur Şehir


















Noel Markt'ta çok oyalanınca eşim çok kaldık diye uyarıyor akşam gelmeyi kararlaştırarak yolumuza devam ediyoruz, hemen az ileride bahçesinde koca bir heykel  olan yer dikkatimizi çekiyor ve bingo Sanat Tarihi Müzesi çıkıyor(sağdaki resim), biraz yeşil alanda gezindikten sonra yola devam ettik ve bu sefer de karşımıza beni ciddi şekilde hayrete düşüren (hiç bir seyahat programında göstermedikleri sol üstte yer alan resim) Parlamento Binası’nı bulduk (parlamento binası olduğunu sonradan öğreniyoruz). Bir an kendimi Yunanistan’da gibi hissediyorum. Koca tapınak önümde. Fotoğraf karesine Baha’yı ve heykeli sığdırmaya çalışıyorum ama başaramıyorum neyse ki Baha başarıyor. Arada bir iki turisti çekip, sonrasında merdivenlerden yukarı çıkıyoruz. 


Fotoğraf çekimi vardı, bu yüzden öteye geçmedik ama epey bir süre onları izledik. Yarı çıplak haldeki kıza soğuk hava dolayısıyla epey acıdım.  Kızın çekiminin bitmeyeceği belli olup da benim için sıkıcı bir hal almaya başlayınca kalktık, ve kalabalığın peşine takılıp yolun karşısına geçtik geniş bir meydanda tarihi bir kapıdan geçtik.  Bir süre rengarenk köpüklere üfleyen bir adamı izledik, sonra köpüklere üflemeye devam etsin ki biz yine eğlenelim diye kutusuna para atıp yola devam ettik bu seferde Hofburg Sarayı’na varmıştık. Koca sarayın merkezde olması beni biraz düşündürdü.  Hofburg Sarayı çok ihtişamlı değil ama hoş, bu kadar merkezde olması  ilginç ama neden olmasın? 



Ön tarafında para kazanmaya çalışan bir Mozartçık vardı ama onunla resim çekilmedim o da kutusundan inerken kareye yansımış. Hofburg’un önünden bir sürü fayton geçiyordu, demek istikametleri Hofburg yönüneydi. Neden bilmem biz hiç faytona binmeyi düşünmedik.  Sarayın hemen kenarında öylesine kenara atılmış gibi duran heykelciğin önüne gidip oturdum ve derhal pozumu verdim. Hofburg Sarayı’nın ön tarafından az yürüdünüz mü StrasseBahnof’a çıkıyorsunuz.   Sonra ilk gece gördüğümüz kilise St. Stephans’ı görüyor ve bir de gündüz gözüyle girip geziyoruz. İçeride konser tarzı bir şey vardı biraz oturup gençleri dinledik.  karnımız açlık sinyalleri verince yola koyulduk, Sağlı sollu mağazaların önünden geçtikten sonra sürü psikolojisine kapılıp kalabalığı takip ettik. Şık bir restauranta girdik. Bu sefer shinitzel yemek istemiyorduk o yüzden Kanada’dan gelen ne olduğunu bilmediğim değişik bir balık yedik sıcak değildi fakat sosuyla birlikte oldukça güzeldi. Akşam Noel Marketin olduğu yere gideceğimizden ve yaklaşık 6dan beri ayakta olduğumuzdan otele gidip dinlenmeye karar verdik. Otelde 2 saat kadar dinlendikten sonra Belvedere’in bahçesinde gezindik (güzel bir konser vardı), daha sonra etrafa fazla açılmadan günler öncesinden gitmeyi planladığımız lunaparka gittik (beklemediğim kadar yaratıcıydı). 


Lunaparktan da doğruca Noel kutlamalarının olduğu Şehir Meclis Binasının da bulunduğu parka gittik. Ve park kesinlikle sabaha göre çok daha görkemliydi.  Ağaçlara asmalarının nedenini anlayamadığım her türlü nesne rengarenk yanıyordu, her yer öyle ışıklandırılmıştı ki uzaktan parkın yandığını sanabilirdiniz. İnsanlar içiyor, yiyiyor, eğleniyordu ancak hiç kimse taşkınlık yapmıyordu. Kimse kimseyi rahatsız etmiyordu. Ben bir ara kalpli ağacın arasında tek başıma kaldım saat yaklaşık olarak 11’di yanımdaki bankta ciddi anlamda güzel sarışın iki hatun vardı (kardeş olduklarını ve kuzey ülkelerden geldiklerini tahmin ediyorum çünkü konuşurken kazakları sırtlarına dek sıyrılmıştı incecik deri montları vardı ve en ufak bir üşüme belirtisi göstermiyorlardı ki, bense donuyordum soğuk ciddi anlamda iliklerime işlemişti. Sabah ve akşam saatleri güneşli gündüz saatine oranla çok soğuk oluyor). Karşımızdaki uzunca banklarda ise koca bir erkek grubu vardı. Tedirgin tedirgin Baha’nın gelmesini bekledim ama ilginçtir ki ne çocuklar kızlara laf attı (onların yanında kendimi kızdan saymadığımdan kendimi dahil etmiyorum) hatta bakmadılar bile bir muhabbet tutturmuş gidiyorlardı ne de kızlar dönüp de onlara baktı sanırım ben her iki gruba da daha çok baktım.  Baha geldikten sonra otelimize döndük, sonraki günlerimizi de yine görmek istediğimiz yerlere giderek geçirdik.


Toparlayacak olursak biz 5-6 günlük bir gezi ile küçücük Viyana’yı bitiremedik. Hala görmediğimiz ya da size aktaramadığım tonla yer var. Ki müzelere girmeye hiç kalkışmadık yoksa bu gördüklerimizi de göremezdik. Çok fazla müze var. Ama dediğim gibi zaten şehrin kendisi açık hava müzesi, şehrin tamamı bir sanat eseri.  Heykeller genelde temiz ve parçaları sağlamdı. Şaşırtıcı değil mi? Zaten Viyana’yi Viyana yapan unsurlardan biri de bu, merkeze uzak öylesine bir sokaktan geçiyorsunuz ortasından tramvayın geçtiği kısacık sokak yol boyu karşılıklı heykel dolu. İnsanları müthiş saygılı, sıcak kanlı(Türk olduğumuzu öğrenene kadar), yardımsever ve kibar.  Kural ihlali diye bir durumları yok (Türk vatandaşlarımız hariç), en sık rastladığım olay akşamları yol kenarında içen gruplar. İçen deyince aklınıza berduş tipler gelmesin bunlar gayet düzgün kıyafetli (genelde klasik giyimli insanlar) kadınlı erkekli gruplar. İçki şişesi yerde, ellerinde bardak bir yandan içip gülüyor diğer yandan büfeden aldıkları sandviçleri yiyor ancak kimseyi rahatsız etmiyorlardı. Kısacası herkes birbirine saygı gösterdikten sonra özgürlüğünüzün sınırlanmaması oldukça hoş bir tını bırakıyor.  60 yaşındaki iş adamlarından 5 yaşındaki çocuklara kadar herkesin cincırlarla gezindiği, ulaşım araçlarının saat gibi dakik işlediği, tramvay ya da diğer ulaşım araçlarında oturma sıkıntısı diye bir durumun asla yaşanmadığı, trafik diye bir şey olmadığı için ses kirliliğinin sıfır olduğu, dağdan akan suyun ellenmeden halka ulaştığı, şehrinde bir tane sanayi bölgesi olmadığından havasının mis olduğu bu şehir, ben de müthiş duygular bıraktı ve şehir sıralamamda kesinlikle en tepeye ulaştı.  Eğer sizler de aynı değerlere önem veriyorsanız kesinlikle gidin görün derim. Çünkü Viyana anlatılmakla değil yaşanılarak tadına varılacak bir şehir.