15 Ağustos 2012 Çarşamba

Budapeşte 2 - Şiir Gibi Bir Şehir











Merkeze vardığımızda sağ tarafta bir kilise gözüme çarptı, sol tarafta ise uğruna nice kanların döküldüğü Tuna vardı. Her zaman yapmayı tercih ettiğim şeyi yaparak eşime “suyun kenarından yürüyelim” dedim.  Çünkü ne kadar kaybolursanız kaybolun, içinde denizi, nehri olan bir şehirdeyseniz, hedefiniz deniz kenarı ya da nehir olursa ulaşım ağının ve merkezin yakınlarındasınız demektir. Bu İstanbul’da çok yaptığım bir şeydi, yeni yerler keşfetmek için bilmediğim sokaklara dalar sonra o sokaklardan denizi hedef alıp yürürdüm böylece bir şekilde aynı noktaya ulaşırken diğer yandan yeni yerler görmüş olurdum.  Üstelik Tuna Nehri öylesine güzel görünüyordu ki, eşim de derhal bana uydu, büyük bir coşku ile yolun aşağısına indik bu sırada yola indiğimizi gören arabalar epey uzak olmalarına rağmen hemen durdular. Sonuçta Viyana’dan farklı olsalar da onlar da Avrupalı ve bildiğim kadarı ile Avrupa’da trafik cezaları oldukça yüksek (sadece maddi anlamda değil psikolojik yaptırımının da çok ağır olduğunu biliyorum özellikle Alman ırkında öyle). Nehrin iki kenarına dizilmiş olan şehir cidden enfes görünüyordu. İşte Viyana’da olmayıp da Budapeşte’de olan en büyük artı da buydu. Viyana’da nehir, şehrin dışında oysaki Budapeşte’de tam ortasında. Ve Budapeşte şehri buna göre dizayn edilmiş. Nehrin sağı solu tarihi eserler, görkemli kiliseler ile donatılmıştı. Bir yandan kitapçıktaki resimlere bakıyor diğer yandan nehrin üzerindeki köprüleri inceliyordum ki eşim hedefimiz olan meşhur aslanlı köprüyü bulduğumuzu (o an epey ilerideydi ama o olduğunu anlamıştı) söyleyince, inanamamazlık duygusu ile köprüye doğru neredeyse koşar adım yürüdük.  Yanına vardığımızda cidden onun aslanlı köprü olduğunu gördük ancak işin komiği sol tarafımızdaki köprüye bakınmaktan sağ tarafımıza bakmıyorduk sonra bakınca anlayacaktık ki asıl sürpriz sol taraftaki köprü değil sağ tarafımızda bizi bekleyenlerdi.

Çünkü sağ tarafımızda benim kendime hedef olarak seçtiğim tarihi füniküler ve Gellert Tepe’si vardı. Üstelik tahmin ediyordum ki diğer hedef mekanlarım da o tepedeydi. Ve tepeyi görmemizle birlikte anlamıştım ki biz Peste’de değil Buda’daydık. “Buda” tarihi kale bölgesi olarak geçiyor, Peste biraz daha modern olan taraf, o yüzden ben Buda’yı görmek istemiştim. Aslanlı köprüde yeterince resim çekildiğimize karar verdikten sonra önünde uzun bir turist kuyruğu olan 1870 yılında kullanıma açılan tarihi fünikülerin önüne gidip beklemeye başladık ancak mizacen “beklemeye tahammülü olmayan bir insan” olduğumdan 3 dakika sonunda kuyruktan çıkarak her zaman yaptığımı yaptım. Ve sol taraftan yukarı doğru tırmanan insanların peşine takıldım.


İyiki de öyle yapmışız yeşilliklerin arasından pek yorulmadan ve hatta o sırada bir de elimizde meyve vardı onu yiyerek grubun peşinden yukarı çıktık, fünikülerin inip çıktığı yolda birkaç kez durup her kademede aynı manzaranın nasıl göründüğüne baktık, cidden güzeldi. Tuna Nehri’ne ve Buda ile Pest’i birleştiren Aslanlı köprüye yukarıdan bakmak hoş. Bu manzarayı defalarca farklı kademelerden çektik. Gellert Tepesi’nde cidden yok yoktu.  Tarihi Hisar, Özgürlük Anıtı, Gellert Anıtı, Balıkçılar Kalesi, Matthias Kilisesi, İskenderiye Sarayı ve Lordlar Sokağı. Hangisine daha çok hayran kaldım bilmiyorum sıralama yapsam 1.sıra da Matthias Kilisesi, 2.sırada Balıkçılar Kalesi 3.sırada Lordlar Sokağı 4.sırada da isminin ne olduğunu bilmediğim masal şehirlerindeki sarayları andıran yapı sonra da İskenderiye Sarayı gelir sanırım.
Daha önce devasa yapılar görmeye alışık olmadığımdan sanırım Viyana’daki St. Stephan’dan sonra Matthias Kilisesi beni çok etkiledi, öyle ki kiliseyi tek bir kareye sığdırabilmek için defalarca resim çekmek zorunda kaldım.  Ama St. Stephan’ın aksine dışı daha renkli olduğundan ve enine daha geniş olduğundan mı bilmem ben Matthias’ı daha çok beğendim.  Fakat ne yazık ki içine giremedik. Bu arada bildiğim kadarı ile kiliseye giriş ücretli ama belli saatlerde girilebiliyor, istediğiniz her vakit giremiyorsunuz.  1895 yılında Balıkçılar Loncası için inşa edilen Balıkçılar Burcu(kalesi) ise tıklım tıklım tursit dolu, çünkü burcun manzarası o kadar enfes ki insan oturup da manzarayı mı seyredeyim yoksa resim mi çekeyim karar veremiyor. Ama ben ne yaptım size söyleyeyim burcun kenarına oturup, bir şarkı tutturdum, seçtiğim şarkıyı bilinçli seçmemiştim. Ama burçtan Tuna’ya bakınca insan farkında olmadan  ağzından bunlar dökülüveriyor:

“Tuna Nehri akmam diyor,
Kenarımı yıkmam diyor,
Ünü büyük Osman Paşa
Pilevne’den çıkmam diyor”
Bilinçaltından olsa gerek, yoksa ben milletlerin kardeşliği ve hümanizmden yana bir insanım. Verseler de kimsenin vatan toprağını istemem.

İskenderiye Sarayı(solda) bizde ilginç düşünceler uyandırdı.  Çünkü saray Macar Devlet Başkanının ikamet ettiği yer ve öyle elini kolunu sallaya sallaya girmek cidden ilginç geldi. Elbette sarayın içine girebiliyor değildik ancak bahçesinde kenarında bulunduğu arazi de her yerinde dolanmak serbest, üstelik biz gittiğimiz de müzikli bir de resmi tören gibi bir şeye denk geldik oldukça hoştu epey izledik. Videoya da çektik, sonra hep beraber alkışladık ve yolumuza devam ettik. Yine her yanı ağaçlarla kaplı, basit ama şık tarihi yapıların olduğu binalardan geçtik. Matthias Kilisesi ve Balıkçılar Burcu’nu da geçtikten sonra adının ne olduğunu bilmediğim kaleye çıktık.

Kalenin balkonlarından biri cafe yapılmıştı orada dinlenip manzaraya karşı bir şeyler yeriz dedik ama yer olmadığından gerisingeri dönüp kilisenin yanından çıkarak Lordlar Sokağı’na doğru devam ettik. Bu arada belirtmek isterim ki kilisenin hemen dibinde Hilton yer alıyor. Ve Hilton Budapeşte’de (emin değilim ama hatta Macaristan’da) 1 taneymiş, ve yer olarak burayı seçmesi sanırım pek çok şeyi anlatıyor. Adamlar ortaçağ kentinin içine otel kurmuş. 

Lordlar Sokağı temiz, güzel, konforlu ve şık görünüyordu. Bu evler 1950’den sonra kurulmuş olmalarına rağmen evlerin önleri yani sokağa bakan yüzleri ortaçağ tarzında yapıldığı için bölge ile bütünlük oluşturuyordu.  Bu sokakta özellikle Buda Kale labirenti’nin başladığı 9 numara, Gotik Süslü 31 numara ve Telefon Müzesi dikkat çekici binalar arasındaydı. Ayrıca anladığımız kadarı ile pek çok devletin de elçilik binası vardı. Özellikle İsviçre’nin binası kendini gösteriyordu ki buna hiç şaşmadık İsviçre gibi zengin bir ülkenin elçiliği de tabiî ki de böylesine tarihi bir noktada ve böylesine şık olacaktı. Lordlar sokağının sonuna vardığımızda eşime kesinlikle geldiğimiz yoldan dönmeyeceğimi önümüzdeki yola devam etmemizin daha akıllı olacağını söyledim. Önümüzde ki yol bilinmez olsa da yeni maceralara açıktı halbuki arkadaki yolu zaten biliyorduk. 

Hem bayır aşağı inecektik hem de hedef Tuna’ydı. Bir şekilde bulurduk. Geçtiğimiz yollar insandan yoksundu, bu da turistik bölgeden epey uzaklaştığımızı gösteriyordu ama hoş sokaklar, evler gördük.  Nehir kenarına gitmek yerine iç bölgeye doğru epey açıldığımızı fark edince bir merdivenin başından nehri görmeye koyulduk sonra yönümüzü o tarafa çevirdik. Sanırım cumartesi günüydü, erken olmamasına rağmen geçtiğimiz yollar bomboştu, Gözümün önünden Will Smith’in “I am legend”(Ben Efsaneyim) filmi geçti. Yüzlerce metrelik alanda bir sürü ev araba canlı olaraksa eşim ve ben vardık. Hayvan namına da bir şey yoktu, nice sonra bir tane kedi görüp hem sevindim hem şaşırdım çünkü Viyana’da bir tane başı boş hayvan yoktu. Budapeşte’de de pek varmış gibime gelmedi. Epey zaman sonra nehri yakından görmeye başladık, insanlar da tek tek ortaya çıkmaya başladı. Avm’ye benzeyen bir yapının içindeki bir markete girip kendimize birkaç çikolata ve pastadan oluşan yolluk aldıktan sonra hemen marketin yanındaki kafeye girip bir şeyler söyledik. 

Baha her zamanki gibi tedbirli davranıp bildiği bir şey söyledi (pizza) ben ise yeni olan her şeye merakım olduğundan içindeki malzemelerini okuyarak ne olduğunu bilmediğim bir şey sipariş ettim, sonuç mu ilginç ama memnun kaldım. Hem tatlı hem hafif bir ekşi(nar ekşisiydi), hem peynir ama sanırım tofuydu, hem tavuk hem hamur bir aradaydı. Buradan sonra şehrin içine fazlaca dalmadan alçak irtifada sağa sola bakınarak “ben buradan bir daha geçmem” dediğim istasyondan otobüsümüzün bizi beklediği yere geri döndük. Akşam olmuş, hava kararmış, nerdeyse durmadan yürümüş yorgunluktan bitmiştik ama eşimin bana bakıp “iyi ki burayı görmüşüz çok güzeldi” demesi her şeye değdi.  Oysaki ne opera binasını görebilmiştik, ne Kahramanlar Meydanı’nı ne Gellert Hamamlarını ne de Macar Ulusal Galerisi’ni. Aslında daha sayılamayacak kadar çok yer var.  Ama ileride Budapeşte’yi kapsayan bir seyahat yapmaya karar verdik (Bu bize tecrübe oldu). Çünkü zenginliği ile tüm opera evlerine rakip olarak inşa edilmiş olmasına rağmen biletleri sadece 1 tl olan devlet opera evinde bir konsere ya da gösteriye katılmadan gitmek bence ciddi anlamda büyük bir kayıp, üstelik şehrin gece görünümünü görmek bile başlı başına bir gidişi daha hak ediyor. Size tavsiyem Viyana Bratislava Budapeşte gibi bir tur düşünürseniz Budapeşte’yi merkez alın çünkü havayolları da trenleri de otelleri de her anlamda Viyana ve diğer Avrupa şehirlerine göre çok çok ucuz.  



   

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder