15 Ağustos 2012 Çarşamba

Budapeşte 2 - Şiir Gibi Bir Şehir











Merkeze vardığımızda sağ tarafta bir kilise gözüme çarptı, sol tarafta ise uğruna nice kanların döküldüğü Tuna vardı. Her zaman yapmayı tercih ettiğim şeyi yaparak eşime “suyun kenarından yürüyelim” dedim.  Çünkü ne kadar kaybolursanız kaybolun, içinde denizi, nehri olan bir şehirdeyseniz, hedefiniz deniz kenarı ya da nehir olursa ulaşım ağının ve merkezin yakınlarındasınız demektir. Bu İstanbul’da çok yaptığım bir şeydi, yeni yerler keşfetmek için bilmediğim sokaklara dalar sonra o sokaklardan denizi hedef alıp yürürdüm böylece bir şekilde aynı noktaya ulaşırken diğer yandan yeni yerler görmüş olurdum.  Üstelik Tuna Nehri öylesine güzel görünüyordu ki, eşim de derhal bana uydu, büyük bir coşku ile yolun aşağısına indik bu sırada yola indiğimizi gören arabalar epey uzak olmalarına rağmen hemen durdular. Sonuçta Viyana’dan farklı olsalar da onlar da Avrupalı ve bildiğim kadarı ile Avrupa’da trafik cezaları oldukça yüksek (sadece maddi anlamda değil psikolojik yaptırımının da çok ağır olduğunu biliyorum özellikle Alman ırkında öyle). Nehrin iki kenarına dizilmiş olan şehir cidden enfes görünüyordu. İşte Viyana’da olmayıp da Budapeşte’de olan en büyük artı da buydu. Viyana’da nehir, şehrin dışında oysaki Budapeşte’de tam ortasında. Ve Budapeşte şehri buna göre dizayn edilmiş. Nehrin sağı solu tarihi eserler, görkemli kiliseler ile donatılmıştı. Bir yandan kitapçıktaki resimlere bakıyor diğer yandan nehrin üzerindeki köprüleri inceliyordum ki eşim hedefimiz olan meşhur aslanlı köprüyü bulduğumuzu (o an epey ilerideydi ama o olduğunu anlamıştı) söyleyince, inanamamazlık duygusu ile köprüye doğru neredeyse koşar adım yürüdük.  Yanına vardığımızda cidden onun aslanlı köprü olduğunu gördük ancak işin komiği sol tarafımızdaki köprüye bakınmaktan sağ tarafımıza bakmıyorduk sonra bakınca anlayacaktık ki asıl sürpriz sol taraftaki köprü değil sağ tarafımızda bizi bekleyenlerdi.

Çünkü sağ tarafımızda benim kendime hedef olarak seçtiğim tarihi füniküler ve Gellert Tepe’si vardı. Üstelik tahmin ediyordum ki diğer hedef mekanlarım da o tepedeydi. Ve tepeyi görmemizle birlikte anlamıştım ki biz Peste’de değil Buda’daydık. “Buda” tarihi kale bölgesi olarak geçiyor, Peste biraz daha modern olan taraf, o yüzden ben Buda’yı görmek istemiştim. Aslanlı köprüde yeterince resim çekildiğimize karar verdikten sonra önünde uzun bir turist kuyruğu olan 1870 yılında kullanıma açılan tarihi fünikülerin önüne gidip beklemeye başladık ancak mizacen “beklemeye tahammülü olmayan bir insan” olduğumdan 3 dakika sonunda kuyruktan çıkarak her zaman yaptığımı yaptım. Ve sol taraftan yukarı doğru tırmanan insanların peşine takıldım.


İyiki de öyle yapmışız yeşilliklerin arasından pek yorulmadan ve hatta o sırada bir de elimizde meyve vardı onu yiyerek grubun peşinden yukarı çıktık, fünikülerin inip çıktığı yolda birkaç kez durup her kademede aynı manzaranın nasıl göründüğüne baktık, cidden güzeldi. Tuna Nehri’ne ve Buda ile Pest’i birleştiren Aslanlı köprüye yukarıdan bakmak hoş. Bu manzarayı defalarca farklı kademelerden çektik. Gellert Tepesi’nde cidden yok yoktu.  Tarihi Hisar, Özgürlük Anıtı, Gellert Anıtı, Balıkçılar Kalesi, Matthias Kilisesi, İskenderiye Sarayı ve Lordlar Sokağı. Hangisine daha çok hayran kaldım bilmiyorum sıralama yapsam 1.sıra da Matthias Kilisesi, 2.sırada Balıkçılar Kalesi 3.sırada Lordlar Sokağı 4.sırada da isminin ne olduğunu bilmediğim masal şehirlerindeki sarayları andıran yapı sonra da İskenderiye Sarayı gelir sanırım.
Daha önce devasa yapılar görmeye alışık olmadığımdan sanırım Viyana’daki St. Stephan’dan sonra Matthias Kilisesi beni çok etkiledi, öyle ki kiliseyi tek bir kareye sığdırabilmek için defalarca resim çekmek zorunda kaldım.  Ama St. Stephan’ın aksine dışı daha renkli olduğundan ve enine daha geniş olduğundan mı bilmem ben Matthias’ı daha çok beğendim.  Fakat ne yazık ki içine giremedik. Bu arada bildiğim kadarı ile kiliseye giriş ücretli ama belli saatlerde girilebiliyor, istediğiniz her vakit giremiyorsunuz.  1895 yılında Balıkçılar Loncası için inşa edilen Balıkçılar Burcu(kalesi) ise tıklım tıklım tursit dolu, çünkü burcun manzarası o kadar enfes ki insan oturup da manzarayı mı seyredeyim yoksa resim mi çekeyim karar veremiyor. Ama ben ne yaptım size söyleyeyim burcun kenarına oturup, bir şarkı tutturdum, seçtiğim şarkıyı bilinçli seçmemiştim. Ama burçtan Tuna’ya bakınca insan farkında olmadan  ağzından bunlar dökülüveriyor:

“Tuna Nehri akmam diyor,
Kenarımı yıkmam diyor,
Ünü büyük Osman Paşa
Pilevne’den çıkmam diyor”
Bilinçaltından olsa gerek, yoksa ben milletlerin kardeşliği ve hümanizmden yana bir insanım. Verseler de kimsenin vatan toprağını istemem.

İskenderiye Sarayı(solda) bizde ilginç düşünceler uyandırdı.  Çünkü saray Macar Devlet Başkanının ikamet ettiği yer ve öyle elini kolunu sallaya sallaya girmek cidden ilginç geldi. Elbette sarayın içine girebiliyor değildik ancak bahçesinde kenarında bulunduğu arazi de her yerinde dolanmak serbest, üstelik biz gittiğimiz de müzikli bir de resmi tören gibi bir şeye denk geldik oldukça hoştu epey izledik. Videoya da çektik, sonra hep beraber alkışladık ve yolumuza devam ettik. Yine her yanı ağaçlarla kaplı, basit ama şık tarihi yapıların olduğu binalardan geçtik. Matthias Kilisesi ve Balıkçılar Burcu’nu da geçtikten sonra adının ne olduğunu bilmediğim kaleye çıktık.

Kalenin balkonlarından biri cafe yapılmıştı orada dinlenip manzaraya karşı bir şeyler yeriz dedik ama yer olmadığından gerisingeri dönüp kilisenin yanından çıkarak Lordlar Sokağı’na doğru devam ettik. Bu arada belirtmek isterim ki kilisenin hemen dibinde Hilton yer alıyor. Ve Hilton Budapeşte’de (emin değilim ama hatta Macaristan’da) 1 taneymiş, ve yer olarak burayı seçmesi sanırım pek çok şeyi anlatıyor. Adamlar ortaçağ kentinin içine otel kurmuş. 

Lordlar Sokağı temiz, güzel, konforlu ve şık görünüyordu. Bu evler 1950’den sonra kurulmuş olmalarına rağmen evlerin önleri yani sokağa bakan yüzleri ortaçağ tarzında yapıldığı için bölge ile bütünlük oluşturuyordu.  Bu sokakta özellikle Buda Kale labirenti’nin başladığı 9 numara, Gotik Süslü 31 numara ve Telefon Müzesi dikkat çekici binalar arasındaydı. Ayrıca anladığımız kadarı ile pek çok devletin de elçilik binası vardı. Özellikle İsviçre’nin binası kendini gösteriyordu ki buna hiç şaşmadık İsviçre gibi zengin bir ülkenin elçiliği de tabiî ki de böylesine tarihi bir noktada ve böylesine şık olacaktı. Lordlar sokağının sonuna vardığımızda eşime kesinlikle geldiğimiz yoldan dönmeyeceğimi önümüzdeki yola devam etmemizin daha akıllı olacağını söyledim. Önümüzde ki yol bilinmez olsa da yeni maceralara açıktı halbuki arkadaki yolu zaten biliyorduk. 

Hem bayır aşağı inecektik hem de hedef Tuna’ydı. Bir şekilde bulurduk. Geçtiğimiz yollar insandan yoksundu, bu da turistik bölgeden epey uzaklaştığımızı gösteriyordu ama hoş sokaklar, evler gördük.  Nehir kenarına gitmek yerine iç bölgeye doğru epey açıldığımızı fark edince bir merdivenin başından nehri görmeye koyulduk sonra yönümüzü o tarafa çevirdik. Sanırım cumartesi günüydü, erken olmamasına rağmen geçtiğimiz yollar bomboştu, Gözümün önünden Will Smith’in “I am legend”(Ben Efsaneyim) filmi geçti. Yüzlerce metrelik alanda bir sürü ev araba canlı olaraksa eşim ve ben vardık. Hayvan namına da bir şey yoktu, nice sonra bir tane kedi görüp hem sevindim hem şaşırdım çünkü Viyana’da bir tane başı boş hayvan yoktu. Budapeşte’de de pek varmış gibime gelmedi. Epey zaman sonra nehri yakından görmeye başladık, insanlar da tek tek ortaya çıkmaya başladı. Avm’ye benzeyen bir yapının içindeki bir markete girip kendimize birkaç çikolata ve pastadan oluşan yolluk aldıktan sonra hemen marketin yanındaki kafeye girip bir şeyler söyledik. 

Baha her zamanki gibi tedbirli davranıp bildiği bir şey söyledi (pizza) ben ise yeni olan her şeye merakım olduğundan içindeki malzemelerini okuyarak ne olduğunu bilmediğim bir şey sipariş ettim, sonuç mu ilginç ama memnun kaldım. Hem tatlı hem hafif bir ekşi(nar ekşisiydi), hem peynir ama sanırım tofuydu, hem tavuk hem hamur bir aradaydı. Buradan sonra şehrin içine fazlaca dalmadan alçak irtifada sağa sola bakınarak “ben buradan bir daha geçmem” dediğim istasyondan otobüsümüzün bizi beklediği yere geri döndük. Akşam olmuş, hava kararmış, nerdeyse durmadan yürümüş yorgunluktan bitmiştik ama eşimin bana bakıp “iyi ki burayı görmüşüz çok güzeldi” demesi her şeye değdi.  Oysaki ne opera binasını görebilmiştik, ne Kahramanlar Meydanı’nı ne Gellert Hamamlarını ne de Macar Ulusal Galerisi’ni. Aslında daha sayılamayacak kadar çok yer var.  Ama ileride Budapeşte’yi kapsayan bir seyahat yapmaya karar verdik (Bu bize tecrübe oldu). Çünkü zenginliği ile tüm opera evlerine rakip olarak inşa edilmiş olmasına rağmen biletleri sadece 1 tl olan devlet opera evinde bir konsere ya da gösteriye katılmadan gitmek bence ciddi anlamda büyük bir kayıp, üstelik şehrin gece görünümünü görmek bile başlı başına bir gidişi daha hak ediyor. Size tavsiyem Viyana Bratislava Budapeşte gibi bir tur düşünürseniz Budapeşte’yi merkez alın çünkü havayolları da trenleri de otelleri de her anlamda Viyana ve diğer Avrupa şehirlerine göre çok çok ucuz.  



   

13 Ağustos 2012 Pazartesi

Budapeşte 1- Şiir Gibi Bir Şehir





Hatırlarsanız “Viyana Büyük Yanılgı” başlıklı yazımda Budapeşte’ye gitmek isteme sebebimi yazmıştım.  Viyana için gerekli hazırlıkları bitirdikten hemen sonra erasmus öğrencilerinin sayfalarını kurcalayarak Budapeşte için ucuz ulaşım yolu ararken Orange Way denilen bir firma buldum.  Erasmusçular sağ olsun, ciddi bir tasarruf yapmamızı sağladılar. Eğer Orange Way olmasaydı, Viyana’dan trenle gitmek zorunda kalacaktık ve tren ücreti iki kişi gidiş dönüş yaklaşık 400-450 liraya yakın bir fiyat tutuyordu. Halbu ki Orange Way ile iki kişi gidiş dönüş yaklaşık 7600 HUF gibi bir fiyat ödedik (Türk lirası olarak da yaklaşık 60 Tl). (1 liraya 126 Huf alıyorsun, 199 Huf’a güzel tablot bir çikolata alabiliyorsun)bunda otobüs firmasının Macar firma olmasının ve Macaristan’ın Avusturya’ya göre çok daha ucuz olmasının etkisi var. Malumunuz olduğu üzere Macaristan, Sovyetlerin meşhur demir perde ülkelerinden biriydi, yani Komünizm ile yönetiliyordu bu yüzden fiyatlar diğer Avrupa ülkelerine göre biraz daha aşağıda. Hatta eskiden çok daha ucuzmuş ancak Avrupa Birliğine girdikten sonra diğer Avrupa ülkelerini yakalayabilmek için fiyatlar yukarı çekilmek zorunda kalmış. İnsan Viyana’dan sonra Budapeşte’ye geçince (ve tabi benim gibi tarihçi de olunca) gördüklerine inanamıyor. Bir zamanların Avusturya – Macaristan İmparatorluğu, 1. Dünya Savaşı ile dağıldıktan (ve Macaristan demir perde ülkesi olduktan sonra) nasıl bu denli farklı iki ülke olabilmiş? Düşünsenize ikisi de Avrupa topraklarında yüzyıllarını birlikte geçirmiş, ikisi de aynı hamurla yoğrulmuş olmasına rağmen sadece 100 yılcık kadar kısa bir sürede bu denli farklılaşabilsinler, cidden bu deneyimi görmek inanılmazdı.

Öncelikle şunu belirtmek isterim ki Budapeşte’de yalnızca bir gün geçirdiğimizden görebildiğimiz yerler de oldukça azdı. Yani öncekilerin aksine bu sefer gezgin değil turistik. Viyana’da 2. Günümüzün sabahı oldukça erken bir saatte internetten satın aldığımız biletin üzerinde yazan yere (Praterstain civarı bir yerdi) giderek, otobüsümüzü bulmamızla Budapeşte yolculuğumuz başladı. Otobüsü bulana kadar kafamda acabalar vardı, cidden böyle bir firma var mı, burada mı, bulabilecek miyiz diye çok düşündüm. Çünkü bileti Macarca bir sayfadan satın almıştık, tek kelime de anlamamıştık. Üstelik 400-450 civarı bir şey yerine 60 tl ödemek de ilginçti, bir şeylerin yanlış olduğunu düşünüyorduk. Ama yanlış olmaması için dua ediyordum çünkü eşim Macaristan macerasına bulaşmak istememişti, onu resmen zorladım.  Bir de bir tavsiye eğer bir yerden otobüsle başka bir yere gidecekseniz muhakkak 1 gün evvel gidip yeri bulun, bizim gibi otobüs saati gidip yer aramayın, otobüsü kaçırma ya da bulamama ihtimaliniz çok yüksek.


İsmi gibi portakal rengi olan otobüsü görünce inanılmaz sevindim, şoför kapıda pasaport kontrolü yapıyordu, Avrupa Birliği vatandaşıysanız kimliğiniz yeterli ama bizim gibi turistseniz schengen istiyor, her hangi bir schengen yeterli Viyana için schengenimiz olduğundan sorun yok, koltuklarımıza yerleşiyoruz. Yaklaşık 3 saat sürecek bir yolculuk sonrası sabah 10 civarı Budapeşte’ye varıyoruz. Yol boyu dikkatimi çeken şey, Viyana’dan çıktıkça sanayinin baş göstermesi sonrasında kmlerce (kartpostal tadında) irili ufaklı köylerin varlığı ve uçsuz bucaksız alabildiğine uzanan doğa. En inanılmazı arada sınır kapı vs olmayışı, öyle elini kolunu sallayarak başka ülkeye geçiyorsun, Avrupa Birliği’ni isteyelim ya da istemeyelim ayrı bir konu ama şunu bilin ki bu muhteşem bir lüks. Düşünsenize bisikletinizle bile geçebilirsiniz. Ama bu tatlı mutluluk otobüsün vardığı son noktada bir anda sonlanıyor. Neden bilmem şehrin merkezinde indirileceğimizi düşünmüştüm oysaki adam bizi koca bir stadın yanında herkesle birlikte indirdi. Otobüsü de oraya park etti. Dönüşte de bu noktadan binecektik. Gideceğimiz yeri nasıl bulabileceğimizi bilmiyorduk, ben elimdeki kitapçıktan resimleri gösterdim, adam tek kelime İngilizce bilmiyor, Macarca anlatıyor da anlatıyordu. Biz ona bakıyoruz o bize, adam İngilizce ifade edemediği için sıkıntıya düşmüştü, sonra ben asıl daha önemli bir sorunu fark edip eşime dönüyorum “iyi de burası neresi ”?  Eşim sorunu anlamıyor “Budapeşte” diye yanıtlıyor, “onu sormuyorum burası yani indiğimiz nokta, dönüşte burayı nasıl bulacağız diyorum” . Eşim koca bir of çekiyor, belli etmemiştim ama ben de oldukça gerilmiştim. Adama sorduk ama adam soruyu anlamadı anladıysa da onun anlattığını yine biz anlamamıştık. Sonunda her zaman yaptığımı yapmaya karar vererek adama teşekkür edip eşimi adamın yanından uzaklaştırdım ve herkesin gittiği yöne gittim, merdivenlerden yerin altına indik. 
Burası Viyana gibi tekin görünmüyordu biraz yürüdükten sonra tren istasyonuna vardığımızı gördüm. Nereye gideceğimizi bilmediğimden 2 tane görevli amcaya resimleri gösterip neye binmemiz gerektiğini sorduk onlar da İngilizce bilmiyordu ama şoför ağbiye oranla az da olsa bir şeyler söylemeyi başardılar.  Bu arada tepemizdeki levhaya bakıp not alarak nerede olduğumuzu ve dönüşte nereye varacağımızı öğrenmiş olduk. Uzun bir bilet kuyruğundan sonra trene binebildik. Tren kesinlikle komünist dönemden kalmaydı. Rengi tamamen gri, üzeri yazısızdı sadece her bir vagonun üzerinde numaralar vardı. Kendimi garip şekilde yitik hissettim, gözümün önüne toplama kampına götürülen insanlar geldi. Trenin içindeki oturma yerleri cam kenarında dizilmiş uzun sedirler şeklindeydi.  Ayakta çok insan vardı, insanlar garip şekilde bize bakıyordu sanırım elimizdeki Budapeşte kitabından ötürü turist olduğumuzu anlamışlardı. 
Trenin resmini çekmek için yanıp tutuşuyordum ancak ciddi anlamda ürktüğümden ve eşim de hayır dediğinden çekemedim. (Üstelik duraklarda dururken ani ve şiddetli duruşlar yapıyor, uzaya mekik fırlatılıyormuş gibi bir sesle duruyordu.)  Viyana’da ulaşım araçları asla dolu değildi, insanlar hep oturuyordu ya da keyiflerinden ayakta durup sohbet ediyorlar koltuklar boş oluyordu. Viyana trenlerinde her koltukta uçakta olduğu gibi dergiler gazeteler vardı, insanlar okuyup geri asıyordu. Ben ilk anlarda Macaristan’ı da Viyana gibi beklediğimden sanırım şok geçirmiştim. Amcaların bize söylediği noktaya vardığımızda (15-20 
dakika sürdü) trenden indik ve daha önce hiç görmediğim kadar dik merdivenlerden yukarı tırmandık. O kadar dikti ki düşmemek için eşime tutundum ve büyük bir kararlılıkla “ben bir daha buradan geçmem” dedim eşim de gülerek “olur sen yürüyerek dönersin” dedi.  Trene bindiğimiz yerle indiğimiz yer birbirinden oldukça farklıydı, burası çok daha modern, duvarları güzel resimlerle süslenmiş bir istasyondu. Üstelik merdivenlerin o kadar dik olma sebebi de istasyonun Tuna Nehri’nin altında olmasıymış, bu da ben de bir vauuv duygusu yarattı. İstasyondan yukarı çıkıp da şehre ayak basınca koca bir oh çektim, nerede olduğumuzdan emin değildim ama nihayet bir merkeze varmıştık.

8 Ağustos 2012 Çarşamba

Viyana 3 - Zarif ve Mağrur Şehir


















Noel Markt'ta çok oyalanınca eşim çok kaldık diye uyarıyor akşam gelmeyi kararlaştırarak yolumuza devam ediyoruz, hemen az ileride bahçesinde koca bir heykel  olan yer dikkatimizi çekiyor ve bingo Sanat Tarihi Müzesi çıkıyor(sağdaki resim), biraz yeşil alanda gezindikten sonra yola devam ettik ve bu sefer de karşımıza beni ciddi şekilde hayrete düşüren (hiç bir seyahat programında göstermedikleri sol üstte yer alan resim) Parlamento Binası’nı bulduk (parlamento binası olduğunu sonradan öğreniyoruz). Bir an kendimi Yunanistan’da gibi hissediyorum. Koca tapınak önümde. Fotoğraf karesine Baha’yı ve heykeli sığdırmaya çalışıyorum ama başaramıyorum neyse ki Baha başarıyor. Arada bir iki turisti çekip, sonrasında merdivenlerden yukarı çıkıyoruz. 


Fotoğraf çekimi vardı, bu yüzden öteye geçmedik ama epey bir süre onları izledik. Yarı çıplak haldeki kıza soğuk hava dolayısıyla epey acıdım.  Kızın çekiminin bitmeyeceği belli olup da benim için sıkıcı bir hal almaya başlayınca kalktık, ve kalabalığın peşine takılıp yolun karşısına geçtik geniş bir meydanda tarihi bir kapıdan geçtik.  Bir süre rengarenk köpüklere üfleyen bir adamı izledik, sonra köpüklere üflemeye devam etsin ki biz yine eğlenelim diye kutusuna para atıp yola devam ettik bu seferde Hofburg Sarayı’na varmıştık. Koca sarayın merkezde olması beni biraz düşündürdü.  Hofburg Sarayı çok ihtişamlı değil ama hoş, bu kadar merkezde olması  ilginç ama neden olmasın? 



Ön tarafında para kazanmaya çalışan bir Mozartçık vardı ama onunla resim çekilmedim o da kutusundan inerken kareye yansımış. Hofburg’un önünden bir sürü fayton geçiyordu, demek istikametleri Hofburg yönüneydi. Neden bilmem biz hiç faytona binmeyi düşünmedik.  Sarayın hemen kenarında öylesine kenara atılmış gibi duran heykelciğin önüne gidip oturdum ve derhal pozumu verdim. Hofburg Sarayı’nın ön tarafından az yürüdünüz mü StrasseBahnof’a çıkıyorsunuz.   Sonra ilk gece gördüğümüz kilise St. Stephans’ı görüyor ve bir de gündüz gözüyle girip geziyoruz. İçeride konser tarzı bir şey vardı biraz oturup gençleri dinledik.  karnımız açlık sinyalleri verince yola koyulduk, Sağlı sollu mağazaların önünden geçtikten sonra sürü psikolojisine kapılıp kalabalığı takip ettik. Şık bir restauranta girdik. Bu sefer shinitzel yemek istemiyorduk o yüzden Kanada’dan gelen ne olduğunu bilmediğim değişik bir balık yedik sıcak değildi fakat sosuyla birlikte oldukça güzeldi. Akşam Noel Marketin olduğu yere gideceğimizden ve yaklaşık 6dan beri ayakta olduğumuzdan otele gidip dinlenmeye karar verdik. Otelde 2 saat kadar dinlendikten sonra Belvedere’in bahçesinde gezindik (güzel bir konser vardı), daha sonra etrafa fazla açılmadan günler öncesinden gitmeyi planladığımız lunaparka gittik (beklemediğim kadar yaratıcıydı). 


Lunaparktan da doğruca Noel kutlamalarının olduğu Şehir Meclis Binasının da bulunduğu parka gittik. Ve park kesinlikle sabaha göre çok daha görkemliydi.  Ağaçlara asmalarının nedenini anlayamadığım her türlü nesne rengarenk yanıyordu, her yer öyle ışıklandırılmıştı ki uzaktan parkın yandığını sanabilirdiniz. İnsanlar içiyor, yiyiyor, eğleniyordu ancak hiç kimse taşkınlık yapmıyordu. Kimse kimseyi rahatsız etmiyordu. Ben bir ara kalpli ağacın arasında tek başıma kaldım saat yaklaşık olarak 11’di yanımdaki bankta ciddi anlamda güzel sarışın iki hatun vardı (kardeş olduklarını ve kuzey ülkelerden geldiklerini tahmin ediyorum çünkü konuşurken kazakları sırtlarına dek sıyrılmıştı incecik deri montları vardı ve en ufak bir üşüme belirtisi göstermiyorlardı ki, bense donuyordum soğuk ciddi anlamda iliklerime işlemişti. Sabah ve akşam saatleri güneşli gündüz saatine oranla çok soğuk oluyor). Karşımızdaki uzunca banklarda ise koca bir erkek grubu vardı. Tedirgin tedirgin Baha’nın gelmesini bekledim ama ilginçtir ki ne çocuklar kızlara laf attı (onların yanında kendimi kızdan saymadığımdan kendimi dahil etmiyorum) hatta bakmadılar bile bir muhabbet tutturmuş gidiyorlardı ne de kızlar dönüp de onlara baktı sanırım ben her iki gruba da daha çok baktım.  Baha geldikten sonra otelimize döndük, sonraki günlerimizi de yine görmek istediğimiz yerlere giderek geçirdik.


Toparlayacak olursak biz 5-6 günlük bir gezi ile küçücük Viyana’yı bitiremedik. Hala görmediğimiz ya da size aktaramadığım tonla yer var. Ki müzelere girmeye hiç kalkışmadık yoksa bu gördüklerimizi de göremezdik. Çok fazla müze var. Ama dediğim gibi zaten şehrin kendisi açık hava müzesi, şehrin tamamı bir sanat eseri.  Heykeller genelde temiz ve parçaları sağlamdı. Şaşırtıcı değil mi? Zaten Viyana’yi Viyana yapan unsurlardan biri de bu, merkeze uzak öylesine bir sokaktan geçiyorsunuz ortasından tramvayın geçtiği kısacık sokak yol boyu karşılıklı heykel dolu. İnsanları müthiş saygılı, sıcak kanlı(Türk olduğumuzu öğrenene kadar), yardımsever ve kibar.  Kural ihlali diye bir durumları yok (Türk vatandaşlarımız hariç), en sık rastladığım olay akşamları yol kenarında içen gruplar. İçen deyince aklınıza berduş tipler gelmesin bunlar gayet düzgün kıyafetli (genelde klasik giyimli insanlar) kadınlı erkekli gruplar. İçki şişesi yerde, ellerinde bardak bir yandan içip gülüyor diğer yandan büfeden aldıkları sandviçleri yiyor ancak kimseyi rahatsız etmiyorlardı. Kısacası herkes birbirine saygı gösterdikten sonra özgürlüğünüzün sınırlanmaması oldukça hoş bir tını bırakıyor.  60 yaşındaki iş adamlarından 5 yaşındaki çocuklara kadar herkesin cincırlarla gezindiği, ulaşım araçlarının saat gibi dakik işlediği, tramvay ya da diğer ulaşım araçlarında oturma sıkıntısı diye bir durumun asla yaşanmadığı, trafik diye bir şey olmadığı için ses kirliliğinin sıfır olduğu, dağdan akan suyun ellenmeden halka ulaştığı, şehrinde bir tane sanayi bölgesi olmadığından havasının mis olduğu bu şehir, ben de müthiş duygular bıraktı ve şehir sıralamamda kesinlikle en tepeye ulaştı.  Eğer sizler de aynı değerlere önem veriyorsanız kesinlikle gidin görün derim. Çünkü Viyana anlatılmakla değil yaşanılarak tadına varılacak bir şehir.
         





Viyana 2 - Zarif ve Mağrur Şehir



Viyana’da ikinci günümüzün sabahı saat 6’da hızlı bir kahvaltı ile başladı. Kahvaltıya bilhassa değinmek istiyorum, çünkü en çok sıkıntı çektiğimiz konu kahvaltı oldu.  Otelde çeşitli peynirler vardı, ama hiç biri damak zevkimize uygun değildi. Zeytin kesinlikle yoktu, zeytinin olmadığını görünce havaalanında zeytini geçirmek için güvenlikle kavga etmeyi göze alan amcayı (ilk gördüğümüz anın aksine) saygı ile andık. Santorini’de de zeytin krizi yaşamıştık, orada zeytin vardı ama bizim eşek cinsi dediğimiz türdendi, tadı bizimkileri andırmasa da zeytin yemiş gibi olmuştuk. Viyana’da ise hiç yok.  Salam ve benzeri şeyleri domuz ürünleri olabilir diye almadık. Geriye seçenek olarak kruvasan, müsli, tatlı çeşitleri, ve pakette tereyağ, bal, reçel gibi şeyler kalmıştı, bir de yumurta. Eşimin tabağından da görüleceği üzere. Yalnız kahveleri oldukça güzel, her masada 1 termos kahve duruyor tabi alternatif içecekler de yok değil.
Viyana’da 2. Günümüz sabahın erken saatinden akşama kadar Budapeşte’de geçti ancak ona ayrı bir başlık açacağım için burada değinmeyeceğim. Budapeşte’den döner dönmez bir gece önce Bosnalı çocuktan aldığımız biletlerimiz cebimizde (yorgun ve bitik şekilde) konserin olduğu salonu aramaya koyuluyoruz. Bir ara kaybolduk neyse ki yolda bizim gibi (konser salonunu arayan) kaybolmuş başka gruplara da rastlayınca işimiz kolaylaşıyor. Onlar önde biz arkada koşar adım (önümüzdeki insanların en genci 55 yaşındaydı, sanata saygı farklı bir durum) salonu bulup en arkadaki koltuğumuza yerleşiyoruz. Koltuğumuz en arkada olduğu için müthiş şanslı hissediyorum (çocuk bize bileti ilk satmaya başladığında koltuğumuz ortalardaydı pazarlığımız bittiğinde telefonla yeri ayırtırken son iki koltuğun kaldığını söylediklerinde hep beraber şaşırmıştık, çocuk da bu gece erken tükendi demişti belki hafta sonuydu ve turist akını vardı anımsamıyorum).

Üstelik sol tarafım boşluk olduğundan tam ortadan önümde kimse olmadan izlemiş gibiydim. Konser güzeldi, piyanist tam manasıyla çılgındı, şarkı söyleyenler, balerinler ve tabiî ki Mozart parçaları müthişti. Ama asıl güzel olan izlemeye gelenlerdi.  Avrupa halkı bir kez daha ben de hayranlık uyandırdı ve kafamda aynı soruyu canlandırdı, kardeşim bu adamlar nasıl çocuk yetiştiriyor? Evet konser salonuna 3-4 yaşında çocuğu ile gelen vardı. Hiç mi ağlamaz, yaramazlık yapmaz bu çocuklar. Hele bir baba vardı, müthişti adam 1.80 boylarında, zayıf, yakışıklı, kucağında bir erkek çocuğu aynı kendisi. Çocuk bir ara sıkıldı gibi oldu adam onu aldı, kapının oraya götürdü sonra bir baktık ki ağbinin boy boy 4 çocuğu daha var. Şok geçirdim resmen sonra bir baktım meğer eşi de diğer kızların yanındaymış, sıralı bilet bulamamışlar sanırım herkes 2şerliydi. Adam bir kez olsun karısını rahatsız etmedi, çocuğu ile hep kendi ilgilendi. O kadar ilgimi çekti ki konserden çok onu izledim o kadar ki sürekli adamla göz göze geliyordum adam her seferinde mahçup gülümseyen bir yüzle bir oğluna bir bana bakış atarak ne yaparsın işte “çocuk rahatsızlık vermesin” diye der gibiydi.  Bizde böyle kocalar olsa değil 5 çocuk 10 çocuk da doğururduk sanırım. Diğer çocuklara gelince sıkılan çocukları aileleri 2 sıra arasındaki boşluğa yere oturtuyordu çocuklar bundan daha zevk almış gibiydiler. Çünkü boyları kısa olduğundan sandalyelerinden göremiyorlardı. Evet en ufak çocuğun bile koltuğu vardı. Öyle çocuğa kucak muamelesi görmedim. Adamın kucağında ki ufaklık dahil bir tane ağlayan çocuk yoktu ( pes diyorum o kadar ). Konserin sonunda herkesle birlikte biz de ayakta alkışladık alkışlarımız o kadar uzun sürdü ki ekip geri gelip bir parça daha çaldı sonra yine aynını yaptık onlar bir daha geri geldi derken, adamları alkışlayarak yollamaya karar verdik. Ruhumuz dinlendi, beslendi çok da iyi oldu. Ekip Viyana’nın meşhur Flarmoni Orkestrası’ydı ama tabi biz de olduğu gibi ağbi bir imza versene, hadi bir foto çekilelim olayı yoktu. Konser bittiği an tüm izleyenler arkalarına dönüp büyük bir huşu içinde konser salonunu terk etti. Yorgunluğumuz az da olsa geçmiş gibiydi.

Tramvaya binmeye giderken karaltı içinde ışıldayan Karlskirche’i gördüm. Sanırım Viyana’nın en çok bu olayını sevdim. Hiçbir yeri özellikle aramanıza gerek kalmıyor, bir yerlere giderken diğer her yeri buluyorsunuz. Karlskirche Avrupa mimarisinin her yanından etkiler taşıyor çünkü mimarları çok çeşitli(ön giriş Yunan, kolonlar Antik Roma, kubbe Çağdaş Roma kuleler ise Viyana usulü), ve kentin en etkileyici barok yapısı. Kara Veba Avrupa’yı vurduğunda VI. Charles bu illetten kurtulursa bir kilise yapmayı vaad etmiş ve sonunda yaptırmış da, önünde kocaman bir havuzu da var ancak ben çaprazdan çektiğim için (gündüz çektiklerimi bulamadım) yeşillikler havuzu kapatmış. Muhakkak görmeniz gereken yapı Viyana Teknik’in hemen arkası. Görmeden gelmeyin. 3. günün sabahı hedefimiz Hundertwasser House’a ulaşmak.  Yine çok erken bir saatte çıkıyoruz yola üstelik günlerden Pazar o yüzden caddeler bomboş, hava biraz sert ama bir önceki gün olduğu gibi güneş yine bize gülümsüyor. Bu yüzden biz de mutluyuz.  Her zamanki gibi saatini asla şaşmayan tramvaylara biniyoruz. 

Yanlışlıkla bir – iki durak önde iniyoruz ama bu durumu sıkıntı etmiyoruz. Çünkü önümüze yine devasa güzel mi güzel bir kilise çıkıyor. Onu geçtikten sonra rengarenk evleri olan bir sokağa dalıyorum (ilgimi çekiyor çünkü), sonra kırıntıları takip eden çocuk misali etraftaki ilginç yapıların peşine takılıp gitmemiz gereken istikametin tersine doğru (haritaya bakıp terse gittiğimizi anladık ama ip uçlarını takibe devam edip) yürüdük.  

Müze olduğunu anladığımız çok hoş bir yapıya ulaştık hemen önünde fotoğraf çekilmeye başladık, etrafta bizden başka kimse yoktu derken bir Alman amca müzenin karşısındaki arabasına bindi, sonra indi sonra bir şeyler yaptı derken yanımıza gelip “fotoğrafınızı çekebilirim” dedi. O soğukta (sabahın 7si var yok hava sertti) sıcak arabasını bırakıp fotoğrafımızı çekme inceliği göstermesi çok hoşuma gitti. Kocaman bir “thank you” dedik. Adam da mutlu halde “you’re welcome” dedi. Ancak bu kısa süreli mutluluk amcanın nereli olduğumuzu sorması ile son buldu. Türkiyeli’yiz dediğim an adam bize vebalıymışız gibi bakıp arabasına yanaştı. Ama daha sonra üzgün bakışlarıma kıyamamış olacak ki yanımıza gelip “doğusundan mı batısından mısınız?” dedi. Biz de “batısından İstanbul’a yakınız” dedik. Adam belli oluyor zaten dedi, bir iki kelime dert yandı, biz de bazı durumlardan dert yandık. Sonra orta yolu bulup ayrıldık. Adam İngilizce konuşuyor olmamızı bile ilginç buldu. Hiç Türk’e benzemiyorsunuz dedi. Viyana’daki Türk nefretini Viyana’da kaldığımız her gün gördük daha da kötüsü nedenini gördük ki bu inanılmaz üzdü bizi, bu konuyu uzun uzun ayrıca yazacağım. 


Amcayla yaptığımız can sıkıcı konuşmadan sonra gerisingeri Hundertwasser House’a doğru yol aldık. Hundertwasser House’a varınca bizim gibi turist olan bir sürü insanla karşılaştık, bina oldukça şaşırtıcı ama hoş. Bende Gaudi etkisi yarattı. Ama tabiî ki ondan farklı. Viyana’nın sıra dışı mimarı Friedensreich Hundertwasser’ın “Düz Çizgi Tanrısızdır” tavrı, Gaudi’nin “köşesiz eser yapma takıntısı” bu adamları alanlarında büyük isimler yapmış ve yaşadıklar şehre, ülkeye damgalarını vurmalarını sağlamıştır. Hundertwasser House’ın hemen karşısında Hundertwasser Village var, içinde pek çok hediyelik eşya satılan bu küçük yapı bana Hundertwasser House’dan daha şirin geldi. 


Buradan alış veriş yapıp bir kahve içmeden gitmeyin derim. Oldukça şirin bir yer.  Saat 10’a doğru gelirken biz yine Innere Stad denen, Viyana’nın merkezi de olan yere doğru yol alıyoruz. Gerçi ben Belvedere’e gitmek istiyorum tekrar ama bugün için planlarımız da yok, belki öğleden sonra diyoruz. Tramvayla doğru merkeze gidiyoruz ama bu sefer opera binasına yakın inmeyip arkadan dolanıyor ve Viyana Teknik’e yakın iniyoruz. Viyana Teknik’ten önce Karlsriche’e oradan da yürüye yürüye sol tarafta gördüğümüz yeşil bir parka gidiyoruz parka gidiş amacımız tamamen dinlenme amaçlı ayrıca birazcık acıktık gibi öğle yemeği öncesi kahvaltıdan yürütüp peçeteye sardığımız tatlılarımızı yemek istiyoruz. Şansımıza tatlılar muhteşem çıkıyor (lila pastası kıvamındaydı bittik resmen).   














Bu arada resimden de gördüğünüz gibi banklar yan yana koyulmuş, orada oturmuş sohbet ederken yanımızdan çocuklu aileler geçiyor ve ben her çocuğun elinde balon, pamuk şeker, rengarenk çikolatalar, trüfler olduğunu görüyorum. Ve eşime diyorum ki “burada bir şeyler var hadi çocukları takip edelim” ve sonra görüyorum ki oldukça doğru bir karar vermişim. Çünkü bu sefer de kazara Şehir Meclis Binasını ve Noel Kutlamalarının yapıldığı yeri bulmuşuz.  Etraf bayram yeri gibi inanılmaz güzel, her yer insan, satıcı ve süslü ağaçlarla dolu. Üzerlerinde kalp, kardan adam, trafik levhaları olan ağaçlara anlam veremiyorum hatta birinde tren asılıydı. Tabi akşam bunun nedeni ortaya çıkıyor. Viyana beni büyülemeye devam ediyor. İşte bundan bahsediyorum. Yani tesadüfen bir parka giriyorum ve ilginçtir çıt yok, sonra çocukların peşine takılıp koca ağaçların ardına çıkıyorum ve sürpriz koca bir parti yeri. Eşimle buradan epey bir alışveriş yaptık, aileye eşe dosta epey bir hediye aldık, içi boş kalpli kurabiyelerden, sıcak kahveden alıp bir köşede yedik. Bu arada şehir meclis binasının da hakkını yemeyelim tek kelime ile muhteşemdi. (Bu arada bu binanın önünde 1 yıl boyu festival oluyormuş. Aralık sonundan mart sonuna kadar bu bölge kayak merkezine dönüyor, tasarım festivali, caz festivali vs bir sürü şey var).